Mükemmeli ararken yağdı da bir yağmur

“Yok yok, burası olmaz, az ilerde daha güzeli vardır, kesin.” “Burası güzel ama yok, biraz pahalı.” “Yok, buranın dekorasyonu o kadar da güzel değil.” “Yok yok, burası istediğim kadar yerel bir görünüme sahip değil.” “Çok yoruldum. Ama dur, az ilerde güzel bir meydan var galiba. Bir de oraya bakayım.” “Bu da değil, Biraz daha yürüyeyeyim.” “Çok da açım ama az daha gayret, az ötedeki güzele benziyor.” “Bu kadar baktım, dur birkaç yüz adım daha atayım” Yorgunluktan ve açlıktan bayılmak üzereyim ama o mükemmel kafeyi arıyorum. En lezzetli menüye sahip, en otantik insanların oturduğu, en güzel ambiyansa ve en izlenesi manzaraya sahip, önünden tam karar bir debide -ne aşırı kalabalık ne de tenha- insan da geçsin, sandalyesi de rahat olsun, çok az masası olmasın ki dolunca gideyim diye gözümün içine bakmasınlar, sevdiğim renklerle bezeli olsun, çok pahalı olmasın, evet wi-fi’ı olsun; olsun da olsun. Roma sokaklarında sırtımda 3-4 kiloluk bilgisayar, yağmur yağarsa şemsiyesi, üşürsem ceketi, susarım şişesi, not alırsam defteri ve kalemi, müzik dinlersem kulaklığı gibi bir sürü tedbirle dolu çantamı sırtımda sürükleyerek kusursuz kafeyi arıyorum. O kusursuz kafeyi ararken dakikalar geçiyor, zaten çok yorulmuş bacaklarım daha da yoruluyor, kara sular biraz daha iniyor, zaten düşük olan kan şekerim daha da düşüyor ve başlıyorum kendimi azarlamaya. Hep aynı şey. Uzadıkça uzuyor, erteledikçe gecikiyor, zaman denen altın rengi ince kum parmaklarımın arasından sızıyor, zaman akıp geçiyor, zaman uçuyor. Kusursuz kafe, kusursuz yemek, kusursuz zamanlama, kusursuz hal, kusursuz tavırlar, kusursuz bir iletişim, kusursuz anlar, kusursuz hava, kusursuz cümleler… Mükemmelin peşinde kusursuzca yıpranmalar, yıprandıkça daha da mayalanan yıpranmalar, dolan, taşan yıpranmalar, dolup taştıkça daha da kabaran kabardıkça çoğalan bu yıpranmanın en can alıcı sonucu endişe, endişeler ve endişelenmeler. Ve bu hikaye böylece sürüp gitmeceler. Ruh eşini arayan prenses hikayesinden hallice. 

Önce kendimde fark ettim. Sonra etrafımda ne kadar çok olduğunu gördüm. Endişeden, panik ataktan muzdarip arkadaşlarımın ne çok olduğunu, olmamışın bir süre sonra olmuş olarak karşıma çıktığını, kiminin endişe bozukluğunun sınırlarında nasıl salındığını, kiminin bu haline başka bir isim ya da bahane bulduğunu, başka bir sorunun içine sarıp sarmaladığını ve kiminin o yöne doğru dört nala nasıl da koştuğunu… Çoğuz, arkadaşız, arkadaş değilsek bile bir yerlerde çarpışıyoruz, tanışıyoruz. Çünkü benzer insanlar birbirini buluyor, hepimiz mükemmel arkadaşları ararken, mükemmellik peşinde koşarken ona az çok yaklaşmış, en azından peşinde çaba harcarken hassasiyetler geliştirmiş, bu hassasiyetleri ve incelikleri ile rafine olmuşuz, birbirimizi bir bakışta tanıyoruz, çok daha kolay yakınlaşıp arkadaş oluyoruz. Bir yandan da bazen yakınımızdakilerin bile doğal olarak hiç anlamadığı bazı şeyleri birbirimizde görüp sessizce anlıyor oluyoruz. Seneler önce bir sette ya da başka bir yerde tanıştığım, sevip dostluk kurduğum arkadaşlarım seneler sonra karşıma çıkıyor. Biraz bakıyorum, izliyorum, dertlerini dinliyorum ve biraz da kurcalıyorum- görüyorum ki endişeye bağlı problemler yaşayanlar çoğunlukla mükemmeliyetçi kişiler. Ya da şöyle söylemeli; mükemmeliyetçi kişiler hayatlarının bir döneminde, mükemmelleştirmeye çalıştıkları hayatlarındaki bazı şeyler tam da istedikleri kadar mükemmel olmadığında, bunu değiştiremeyeceklerini kabullenemeyip kavgaya tutuştuklarında, olduramadıklarında, olduramadıkça daha fazla yüklenip daha da olduramadıkça, olduramadıkları şeyler sapır sapır dökülmeye başladığında, kendileri de mükemmel olmaktan çok uzağa düşmeye başladıklarında, aşırı çabayla dizlerinin üstüne düşüp nefes nefese kaldıkları an endişe bozukluğu için “mükemmel” an. Düşene bir de o vurmuyor. düşmek böyle bir süreç. Kendi kendini mayalayıp çoğaltıyor. Bir kez önce, geçiyor; sonra yeniden; derken sık sık kapıyı tıklıyor, kapının arkasında kimse yok ama içerden bir şeyleri tetikliyor bu tık tık’lar. Bu sürekli şekil değiştiren hayalin -adı mükemmel herhangi bir şey/biri-  peşinde koşmaya devam ettikçe de sıklığı artıyor, baş edilemez bir hale geliyor. Bu grupta olanlarımız mükemmellik aşkına her şeyi kontrol edebileceğimiz ve etmemiz de gerektiği yanılgısında. Bu yanılgı ile çabaladıkça yıpranıyoruz, yıprandıkça kalp ritmleri bu aşırı çabaya yetişemiyor, Hızla ve sürekli değişen, değiştikçe talepleri de aynı hızla değişen bir fırıldak mükemmellik ve ona nefes yetiştirmeye çalıştıkça sıkışıp kalıyoruz. 

İşin bir tarafında koşmaktan bitap düşmüşler var, diğer tarafında peşinden koşmak yerine beklemekten bıkkın düşmüşler var. İkinci grup o fırıldağı kovalamayanlar. Harekete geçmek için mükemmel anı, kusursuzca olgunlaşmış şartları bekliyorlar ki o zaman harekete geçip mükemmel aksiyonlarda bulunacaklar. Biraz daha depresyon soslu hizbi bu endişeden muzdariplerin. Mucizelere inanmazken mucizeler olsun diye beklemek. Bir zamanlar ben de Bağlarbaşı’ndaki bahçeli evimde, oturup senaryo yazıp o kusursuz yapımcının; benden senaryoda hiçbir revizyon istemeyecek, filmin mükemmel olması için gerekli bütçeyi 1 tl bile az olmadan masaya koyacak, ne istersem “hay hay” diyecek, iyi malı bir bakışta tanıyacak o hayallerin yapımcısının gelip kapıyı çalmasını bekledim. O zaman farkında değildim tabi. Mükemmelliğin ya da mükemmel olanın gerçek değil sadece bir kurgu olduğunun. O yapımcının gerçek olduğuna inanmıyordum, olamazdı da, ama gayet küstah bir şekilde gelip kapıyı çalmasını bekledim. Çalmadıkça da öfkelendim. Şimdi baktığım yerden görüyorum ki mucizelere inanmadan, mucizelerin kendilerini hangi delikte olurlarsa olsun bulmasını beklemek de tam bu mükemmeliyetçilerin özelliği. Sadece iş için değil, aşk için de mükemmel erkeği ya da kadını bekliyor birileri. Etrafta ruh eşini arayan prenses ve prensler uçuşuyor. O asil kana sahip eş ruh gelmedikçe mutsuz oluyorlar. Daha öteye bakarken kimseye güven vermiyorlar. Göz teması kurmadan karşılarına çıkan insanların ötesine bakarken ilişikiler yaşanıyor. “Şimdilik bu idare etsin de ufukta daha mükemmeli var mıdır, bir bakayım.” “Dur biraz daha gideyim de, daha iyi bir kafe bulup oturayım”dan bir farkı yok. 

Mükemmeliyetçi insanlar sürekli erteler. Erteledikçe de hem suçluluk duyarlar hem de ertelenen zaman içinde salınıp kusursuz olanı kovalamaktan kendilerini alı koyamazlar. İki arada bir derede ele geçen tek şey biraz daha endişeli zihindir. Aynı şekilde bu mükemmeliyetçilikleri onları olaylara, etraflarına, şeylere karşı daha dikkatli hale getirir. Çünkü “kusursuzluğu aramak” demek adı üstünde “kusur aramak”tır. Kusur arayanlar, bulur. Detayları irdelerken de o altın kum o dar boğazdan son hızla akmaya devam eder, durur. Bu en basit hali ile müsrifliktir. An’ı müsrif etmekte kusursuzdur mesela mükemmelciler. Kafanın içi sürekli düşünüp kurgulayıp durur. Her şeyi tek tek, en ince ayrıntısına kadar mümkünse. Bu kurgulama yeteneği başlarına beladır. Her parça ve detayı düşünmeye eğilimli zihin aynı şeyi, olmayan ama olma ihtimali olan ve kötü yönde olabilecek ihtimaller içinde harmanlayarak binbir farklı hikaye halinde son sürat kurgulayabilmede bin yeteneğindedir. Artık beynin kurmaca olana gerçekmiş gibi tepki verebildiğini biliyoruz. Hatta bir dönem üstüne bir film senaryosu yazdığım karabasan efsanesi tam da insan beyninin rüyaya gerçekmiş gibi tepki vermesini engellemek için meydana gelen bir felç hali. Beden uykuda kalkıp koşmasın, uçmaya kalkmasın, bilinçdışının peşinde heder olmasın diye kaslar bir tür felç hali yaşıyor ve siz üstünüze öküzler oturmuş gibi, gerçekmiş gibi bir ağırlık hissi yaşıyorsunuz. Sonra üstüme bir şey çöktü, vay sesler uydum, vay elinin ortası boştu, boğazımı sıktı da bağırdım kimse duymadı da, yazıyor da yazıyoruz hikayeleri. Hikayeler kollektifleşiyor. Aynısı bana da oldu diyor biri, sonra bir başkası da. E olacak tabi, Jung’un dediği gibi insan makinesi dünyanın iki ucunda birbirinden habersiz aynı arketipleri üretiyor. İki bacak, iki kol, bir beyin, 32 diş biraz farklı ama benzer ürünler veriyor. Dünyanın iki ucunda aynı mitleri üretiyor insan. Benzer gerilimler benzer canavarları yaratıyor. Daha önce bu konuda yazdığımda bahsettiğim o tüylü canavar gibi aynı. (Bkz. En sıcak yaz gününde boynumuza dolanan tüylü peluş

Elbette hepimizin deneyimi biricik ama bir yerde de, bir şekilde de ortak. Mükemmeliyet fırıldağının peşinde koşanlar olarak hepimizin nur topu gibi endişe bozuklukları doğuyor, birilerini kucağımıza bu nur topunu veriyor, kucağımızda büyüdükçe büyüyor. Nur topu gibi canavarlarımızı besleyip büyütüyoruz. Ağzına attığımız her kusursuzluk arayışında birazcık daha büyüyor, bizi ele geçirmeye kalktığında hop ben korkmam deyip, kafasını kesiyoruz, hop oradan üç kafa daha çıkıyor. Aynı Hydra canavarı gibi. Aynı bir tanrı gibi kusursuz olmaya çalışan Herkül’ün yaptığı gibi. Evet, Nam-ı diğer Herakles de bir tanrı evladı ama ölümlü. Ölümlü ve çok ama çok güçlü bile olsa kırılgan bedeninden çok fazla şey bekliyor. (Herakles ve 12 görevinin hikayesi için bkz.) Aynı sonsuzca yaşamak isteyen egolarımız gibi. Onu allayıp, pullayıp, detaylandırıp, detaylarda ve sonsuz olasılıklar diyarında nefessiz bırakıp ikameler diyarından özenle seçtiğimiz bir yaşam destek ünitesine bağlıyoruz. Antidepresan olur, alkol olur, ot olur, obsesyonlar olur, abartılı sosyal hayatlar olur, televizyon olur, deli deli liderler olur, efendiler olur, köleler olur, ölümüne yoga pozları olur. Kendinize rağmen yaptığınız her şey bir ikamedir.  Ama beden ölümlü, beden kırılgan. Ve aynı Herkül gibi fark etmemiz gereken şey Nemea Aslanı’nı ancak kendi pençesi ile öldürebileceğimizdir. Çarenin ikamelerde değil kendimizde olduğunu görmek için yapmamız gereken belki de bir tanrıçadan mucize beklemek yerine basit yaşlı bir kadının sözünü dinlemektir.

 

Fotoğraf: Herkül olarak Commodus Büstü, MS 192, Capitolini Müzesi, Roma, © Hilal Bakkaloğlu

http://www.yogabakkali.com/endise-bozukluklar-icin-yoga/