Kibrin kirpikleri

Yanlış hatırlamıyorsam aylar önce sevgili Devrim (Akkaya) facebook hesabından yazmıştı. Sanırım birileri İzzet Altınmeşe’nin yoga hocalığı ve öğrettiği yoka ile dalga geçiyordu ve Devrim de bu kibre veryansın etmişti. Bir iki gün önce aynı kibri tam da kendi içimden yükselirken yakalayıverdim.

Biraz eşimin isteğiyle biraz sona kalan dona kalır minvalinde bayram tatilini olabildiğince dinlenme odaklı, ah ne yiyelim nerede gezelim ne yapalım endişelerinden azat, yataktan kalkalım, terlikleri mayoları giyelim, deniz istikameti üstünde (fazladan adım dahi atmadan:) açık büfe kahvaltıda yiyelim ve akabinde hızlıca sahilde şezlonga yatalım’lı bir plana evirdik ve kendimizi Antalya’da bir resortta bulduk.

Hiç de pişman olmadık. Şüpheci halim bir anda tanıştığımız insanlarla, etrafta koşan sevimli bebeklerle, denizin güzelliği ile aslında ihtiyacım olan şeyin tam da bu olduğuna kani oldu. Bilenler biliyordur ancak ben ilk kez tanıştım bu minvalde bir tatille. Sürekli bir aksiyonlar, organizasyonlar, etrafta dolanan animatörler… Geceleri sahnede 7’den 77’ye tadında çocuklar, sonra yarışan aileleri, sonra bir takım komiklikler, müzikler, bayrama özel köpüklü partiler. Gündüzleri dart atmalar, yine danslar, daha çok rus turistlere yanaşan hanutçular, su sporları diye dolanan gençler, havadan paraşütle uçuşanlar, havuzda jimnastikler ve elbetteki YOGA. Inınınınnn… İlk pek kavrayamadımdı ancak sahilde uzanırken kulağıma çok da yabancı olmadığım, içinden “om” geçen bazı müzikler çalındığında hoşuma da gitmedi değildi. Ancak ikinci gün anonsu duyduğum gibi, kulaklarımdan içeri ses dalgalarının akmasıyla sarsıntıyla kabaran bir mide gibi içimdeki bilmiş, yogayı kendi ve etrafındakiler gibi eğitimden eğitime koşan donanımlı ve deneyimli kişilerin tekelinde gören kibir de kabarıverdi. Sinsice oldu bu, hemen kavrayamadım. Kim öğretiyor yogayı diye bakındım önce. Akşam animasyon da yapan, havuz jimnastiğini de yaptıran, gece diskoya gidecekleri organize eden Rus bir genç kadın. Hemen burun kıvırdım elbette ki. Her numara var. Halbuki yoga öyle her numaranın olduğu ellerden dillerden çıkacak bir şey mi ki, öyle ulvi, öyle özel, öyle derinlikli, öyle kaç senedir hocayım ne eğitimleri kimlerden kimlerden aldım’lı bir şey ki tabi ki hemen bir köşe bulup ne yaptırıyor acaba diye gözetlemeye gittim. İkinci savaşçı biraz dur, aşağı bakan köpek biraz burda dur, e tabi duracaklar asana dediğin duruş değil mi? Ama kibir o sırada öyle izlemiyor dersin akışı. Ne sıkıcı, ne uyduruk, ne iş olsun diye.  Sonra yeniden hop ayağa, bu sefer sağ kolu kaldırıyorlar, göğe doğru uzatıyorlar. Pfff, bu ne. Böyle duruş mu olur diyor içimdeki kibir, sonra denemeye açık halim bir bakayım diyor. Kolumu uzatıyorum, bakışlar göğe uzuyor elimden aşırıp. Ohhh, bir iyi geliyor iki gündür yoga yapmamış sefahatçi halime. Kibrin kirpikleri az dökülüyor. Vicdanım utanıyor. Şezlonguma ve güneş kremlerine geri dönüyorum. 

Kendime dönük ilgim yogadan başka bir yönde o birkaç gündür. Olabildiğince yatay kalmak, olabildiğince dinlenip enerji depolamak amaçlı gidilen bir tatilde maalesef ki rahat durabilecek biri değilim. 4-5 sene öncesine kadar 30 cm’den suya atlamaktan korkan ben, bu sene Datça’da tekneden 3,5 metre yükselikten atlamaya kadar götürdüm işi. (tabi ki yoga sayesinde, ne sandınız) Bu tatilde birden aklıma hep özenerek izlediğim balıklama dalmayı çözmek düştü. Sevdiğim bir arkadaşım, bir eğitim sırasında bana yarı kurgu yarı gerçek küçük bir not bırakmıştı: "Hilal, her şeyi çözemeyiz, sadece sen değil hiçkimse bunu yapamaz..." Evet, her şeyi çözemeyiz ama deneyebiliriz. Bu düsturla başladım denemeye, yaş 35, yılların yer çekimi izleri, popo ağır. Atla, çık iskeleye, atla çık iskeleye, arada göbeğinin uyluklarının üstüne düş, yan, kızar hatta morar, vazgeçme, denemeye devam, atla, çık iskeleye, atlayayım derken düş, atlamanın etkisi ile kayan mayoyu düzelt, çık su üstüne, oradan merdivenlere, oradan hop atla yeniden. Gene atla, gene yan, daha iyi becereme. Hop oluyor derken en başa dön, ah o bükülen dizler, dizleri düzelt, yine mi olmadı, tekrar dene. Bak bak adam ne güzel atlıyor, hele de şu velede bak, kesin beni ezikliyor. Bir süre küs, sonra yeniden dene. Tam oluyordu derken, kaygan zeminde ayağın kaysın, açık ağzından dal suya, su yut, yan, ah rezil oldum, herkes gördü, ne kötü düştüm ama olsun yaralanmadım, bir süre dur, cesaret topla, yine daha alçak olan kısımdan başla denemeye, neyi yanlış yapıyorum, youtube da aç dalma dersi izle. Bir adım ileri, iki adım geri. 4. gün, oldu bu İŞ!!! Kendinle gurur duy, ama başardığım için değil, denemekten vazgeçmediğim için. Her duyguya alan açarak denemeye devam ettiğim için. Korku, hem başarısızlığın hem kafa üstü suya dalmanın hem yüksekliğinki, beceremedikçe rezil oluyorum duygusu, bu saatten sonra ne uğraşıyorsun git yat “konfor”lu şezlonguna iç sesi (artık kimse asıl sahibi), yapsan ne olacak yapmasan ne olacak karşı-motivasyoncu iç sesi (bu sesin sahibini de az çok tanır gibiyim), izleyenlere odaklanan öz-sabotajcı; hepsine izin verdim konuşsunlar. Biraz alanı işgal etsinler; hemen kovalama ama hemen bağrına da basma, Takılsın biraz şu kaygan iskelenin üstünde nasılsa ayağı kayacak, tüm bu sudan sebepler hop suya düşecek. Ama sen itme ya da düşmesin diye tutma. Aynı şu an devam etmiş olmanın, yılmamanın getirdiği gurur gibi. Biraz takılsın, biraz kendinle gurur duy, biraz havalan sonra bırak bu parlak, janjanlı balonu uçsun gitsin. 

Fark ettim ki kendinle çalışmak, kafanın içindeki perdeleri aralamak emek ve disiplin istiyor ama bir başkasıyla ya da bir başka şeyle bağlantılı ise bu uğraş daha sinsi, daha derin bir hal alıyordu. Perdelerden ziyade bu sis ve dumanı dağıtıp sonra havaya karışmasına izin vermem gereken şey de kibirdi. Yukarı kalkan kolun getirdiği “ohh” ile biraz kirpikleri dökülmüştü evet ama hala makyajı yerindeydi. Ertesi gün, yine en kısa ve en zahmetsiz yoldan şezlonguma uzanmışken, birkaç gündür, sahilde aşina olmadığım, muhtemelen yeni gelmiş bir çift dikkatimi çekti. Çiftin kadını hızlı ve ritmik bir şekilde çiftin erkeğini azarlıyordu. Muhtemelen ilişkilerinin bir parçasıydı bu. Erkek cevap bile vermiyor, veriyorsa da kadının sesini yüksek oktavdan duyan ben adamınkini duymuyordum. Olan bir olay üstünden değil de erkeğin sahip olduğu kişilik özellikleri üstünden, -biraz tembel, biraz dağınık, biraz şöyle biraz böyle ama oldukça kadının olmasını istediği gibi bir adam değildi- kadın erkeği harcıyordu.  İtiraf etmeliyim ki komikti de. Yani tarafların mutabık olduğu bu ilişki biçimi dışarıdan izlerken eğleceli idi de. Sonra abla kayboldu. Adam olduğu yerde yatmaya devam etti. Bu arada sahildeki güzel ve genç kadınları rahat rahat süzdü. Kadının gitmesiyle dikkatim yeniden uzayda dağılmaya başlarken, yeni bir şeye tutundu. Müzik. Om’lu müzik başlamıştı. Artık öğrenmiştim, demek yoga başlamıştı. En azından teknik detayları ile çok iyi bildiğimi sandığım alanın, bu alanın neredeyse tüm "çok iyi bilenleri"ni tanıdığım ve hakkıyla nasıl yapılır nasıl yapılmaz bir bakışta anladığım adını duyunca hemen kirpiklerimi kırpıştırıp uzanıp baktım. Ağaç pozu. Hah tamam. O da nesi şimdi. Hah navasana, bu navasana biraz değişik. Alkışlar. Hıh, 20 dakika yoga mı olurmuş, savasana sız yoga mı olurmuş, alkış da neymiş vb. bir takım “vritti”ler. Önüme döndüm, deniz. Oh mis gibi. Unuttum vritti’leri. Sonra söylenme ustası kadının sesini duydum, eyvah dedim, geldi yine. Evet, gelmişti. Yogadan. Yüzündeki asıklık parlak bir gülüşe dönüşmüştü, beden dili tehditkar değil sevecendi, az evvel asabiyetle azarladığı eşine çocuksu bir heyecanla yogadan bahsediyordu. "Köpek" diyordu, "bugün daha güzel yaptım. Hoca da söyledi." 20 dakika önce tiz bir tondan söylenen kadının sesi şimdi neşeyle şakıyordu.

20 dakika yoga olurdu, alkışlı, jenerik müzikli, hocalık eğitimi almamış ama duruşları bilen biriyle hem de çok da güzel olurdu. İçten gülümseyen kadının bakışları ile karşılaşınca yoga hocası kibrinin gölge eden son kirpikleri de döküldü. Önüme döndüm, deniz daha berrak, gökyüzü daha parlak, insanlar daha mutluydu.