30
Sessizlik içinde oturdukça görmeye başlıyorsun. Olanı. Olanı olduğu gibi. Yargılamadan, olduğu hali ile. Sende olup bir diğerinde olmayanı ya da sende olmayıp bir başkasında olanı. Olduğu gibi, sürekli değiştirme çabası içinde olmadan. Herhangi bir eylem içinde olmadan. O zaman affediyorsun. İlk önce kendini. Olanı, olmayanı kendi hali içinde kucaklayınca oradan en sade biçimiyle şefkat doğuyor. Herhangi bir şatafata kapılmadan önce kendini olduğu ya da olmadığı her şey için affedersen, önce kendini seversen diğer herkesi sevebilirsin. Kendini affedersen, herkesi de oldukları ya da olmadıkları her şey için affedebilirsin.
Tüm meditasyon yumuşacık kuyruğunu üstüme sürtüp gurlayan Alex bana hatırlattığı için müteşekkirim.
29:
Uzun uzun yazasım vardı ama bu meditasyon sonrası kafam iyi oldu.
Uzun bir masajdan çıktıktan sonra bir his vardır, ondan işte:)
28:
Sıra uzun, evet. Ama yeterince beklersen, sessizliğe de sıra gelecek.
27:
Her gün bir köşeye geçip kendin ile başbaşa kalmak. Bence bu bir insanın sahip olabileceği en lüks şey. Herhangi bir bütçe ayırmana gerek yok, herhangi bir -pahalı ya da ucuz- bir ekipmana ihtiyacın yok. Tüm o sahip olmalara, gerçek olmayan refah seviyeleri anlatan değişim araçlarına ihtiyaç duymadan, tek gerçek geçer akçe olan “zamanın”ı verdiğin en lüks an. Lüks yeni kutsal olduğuna göre, seküler olmayanın diliyle en kutsal an.
Bir köşeye geçmek ve yarım saat kendin ile başbaşa kalmamak için aklına gelen ilk ya da her şey, sadece bahane.
26:
Artık hareketsiz kaldığımda duyularımın en yoğun taşıdığı şey fırındaki henüz pişmiş kek kokusuydu. Koku o kadar baskındı ki sanki genzimde ikamet ediyordu. Sonra koku acaba dibi tuttu mu sorusunu çağırdı ve sanki genzimde ağırlaşan şey koku değil kekin dibiydi. Düşündüğüm şeyler ile duyumsadığım şeyler sürekli birbirinin kılığına giriyordu. Ben de buna Eliade’nin betimlediği gibi duygusal-zihinsel haller demeyi seviyorum. Sanki kafanın içinde dönen her şeyi kapsıyor gibi. kekin kokusu ve dibi neden kek yaptığımı merak ettirdi. Seneler önce de çocukken babaannemin evinde kek yaparken de acaba neyi kanıtlamaya çalıştığımı. Kabartma tozunu koymayı unuttuğumu. kekin tipi iyi olmasa da tadının hiç de fena olmadığını. Halbuki benim asıl karıştırmayı ve karmayı sevdiğim şeyler un ve şeker değil de evde bulduğum kimyasallardı ve onları karıştıra karıştıra bir gün keşfedeceğim o çok acayip “şey” -zehir, temizleyici, ilaç- neydi bilmiyordum. Oradan bahçedeki taşlığın kenarında merdiven yıkayan sular aktığı için hep ıslak olan çamurlu toprağa döktüğüm tentürdiyotla kıvrana kıvrana kendini yüzeye atan solucanlar geldi. Solucanları toprağın altından çıkarmakla nasıl gurur duyduğum da gelen pakete dahil. Duyuların tetiklediği düşünceler, onların çağırdığı anılar, Sonra onların çağırdığı duygular resmi geçit törenine durdu.
Solucanın beyni yok ama evrimde kafanın ilk sahiplerinden de biri. İçinde beyin olmayan kafalarını vücutlarından ayırdığınızda vücut kendine kafa, kafa kendine vücut yapıyor. Merak ediyorum, vücudun kendine kafa yaptığı bir solucan ne düşünür? Üstüne tentürdiyot döken çocuğu hatırlar mı?
25:
Depremden sonra oturduğumda içerde hala bir şeylerin korku ile titrediğini gördüm. Sanıyordum ki geçti, sanıyordum ki bir korktuk bitti. Ama işte içerde bir şey hala olduğu yerde sallantıdaydı. 18 yaşında 17 Ağustos depremine Adapazarı’nda yakalandıktan sonra da birkaç ay içinde her şey normale döndü sanmıştım. Üniversitenin ilk yılı idi ve yıkılmış, yerle bir olmuş o şehirden uzaktaydım. Bir süre benim için yeni olan martıların kahkahaları ile uykumdan sıçrayıp lambalara bakıyordum ve hayal görüyordum. Lambalar çılgıncasına sallanıyor yine deprem oluyor sanıyordum. O sene zordu, bir yandan da fransızca öğrenmek zorundaydım ve fransızca hocalarımdan biri benden nefret ediyordu. Bir ders çıkışı beni “siz” diye hitap ederek bir güzel kalaylamıştı da ben hala “arkadaşları bilmiyorum ama benim uyku problemim var, dikkatim dağılıyor demiştim” Halbuki bütün siz bir benmişim:) O yıl bütünlemeye kalıp zor bela sınıfı geçince -ki kalmak değil, burslarım kesilecekti dert olan oydu- yavaş yavaş yaşananların da izleri silindi sandım. Sanıyorsunuz ki atlatıyorsunuz ama yüzleşmediğiniz, kulak vermediğiniz her korku sonrasının başka korkuları ile de beslenerek bir güzel büyüyor da büyüyor. Tam 10 sene sonra geçti sandığım şey nur topu gibi panik atak rahatsızlığım oluvermişti kucağımda. Bugün de öyle idi. Küçük bir depremdi, herkes sağ idi, salim idi. Oturup sessiz kalmasam içerdeki o minik sallantıyla da göz göze gelmeyecektim. Onunla kaldıkça, onu gördükçe sallantı azaldı azaldı ve yeniden sular durgundu. Gözünün içine bakmadığımız, yüzleşmediğimiz, ertelediğimiz her korku bir gün çok güçlenerek en zayıf zamanımızda, en yorgun ve en kırılgan anımızda gelip bizi kırıveriyor. Sonra ilaçlara, tedavilere koşar oluyoruz. Tedavisi, ilacı varsa ne ala, ya olmayınca?
24:
Evvelsi gün hamak yogasının izleri hala kürek kemik ve koltuk altlarımda, önceki gün 20 bin adımın ve Büyükada’nın tepesine tırmanışın izleri ise bacak ve kalçalarımda geçirdiği bir günün sonunda, evdeki dersten sonra geç bir vakitte meditasyonumu yaptım. Bol esnemeli, bol daldan dala sıçramalı, her şeyden biraz - mahalle pazarında alışveriş eden, üstünde soyulmuş muz desenleri olan pijaması ile elindekileri sırt çantasına doluşturmaya çalışan, dalgalı saçlı arkadaş dahil- bir oturma oldu haliyle. En çok da önceki günden.
Önceki günkü Büyükada gezisi tesadüfen Aya Yorgi Günü’ne denk geldi. Ben sadece 23 Nisan’ı biliyordum, sonbaharda da 24 Eylül’de de inananlar adaya gelip en aşağıdan tuttukları dilek gerçek olsun diye bir ipi salarak, hiç konuşmadan yukarıya doğru tırmanıyor. İp, ter ve gözyaşıydı her yerde. Az bir yol değil yokuş yukarı.
Akşamüstü saatinde çılgın Koreliler ücretsiz hint kınası yaparak misyonerlik tezgahı kurmuşlardı. Bir başka grup ise yol kenarında, tam da durup dinlenmek isteyeceğiniz bir noktada İsa’nın neden öldüğünü anlatıyordu. Onu yahudilerin ya da İbranilerin öldürmediğini. Onun ölümünün babasının isteği olduğunu. Bizim günahlarımız için öldüğünü.
Renk renk iplikler birbirine dolanmış dallarda, yerlerdeydi. İsa’nın ölümü babasının dileği idi. Her yer dilekti.
Tüm dilekler birbirine karışmıştı.Bir ipin sahibinin bir diğer ipin sahibi için dilek dilediğini hayal ettim ya da her dileğin sen-ben-biz-siz demeden herkes için, tüm canlılar için dilendiğini. Tüm dileklerin bir ve aynı olduğunu. Öyle ki dileğe gerek olmadığını…
23:
Hiçbir şey görmediğin, hissetmediğin ya da duymadığın yerde ayar yapmak mümkün olur muydu?
Ya da tüm duyuların aynı anda dışarıya dönük olmayı kestiğinde, uyaranlara kendini kapattığında tam kapasite çalışması mümkün mü?
İçerden ayar yapmak derken bir şeylerin oran, hacim ya da kütlesini değiştirmeden oluş durumunu değiştirmek?
22:
karabasanı kovmak
İçerde sanki karanlıktan bir kumaş var. Hani böyle uzayda tüm gezegenlerin içine yerleştiği, kütle çekimi ile esneyip gittikçe artan ve evrenin hızla büyümesine sebep olan karanlık madde gibi. Hayal edin, bu karanlık madde kadife kumaştan. Kıymetli ve narin eşyaların içi koyu renk kadife ile kaplı kutuları olur hani. İçindeki şeyi korusun, pamuklara sarsın diye ama bu kumaş bunun için değil de, için ta kendisi gibi. İşte o kumaşı içerden ütülemeye benzedi bugünkü meditasyon.
Bana yıllar önce gördüğüm bir karabasanı hatırlattı. Hayatımın yoğun stresli, duygusal ve psikolojik olarak çetin bir dönemiydi. Uyku problemi yaşıyordum. Daha doğrusu karabasan problemi. Altunizade’deki evimde, çok genç yaşımda çekmiş olduğum, insan ilişkilerinin yönetemediğim karanlık tarafı ile yüzleştikten sonra daha çok içime kapandığım bir dönemdi. Hoş sonra ara ara çekmeceden çıkıp film olmaya kalkan ama en sonunda yine çekmeceye geri dönen bir korku filmi senaryosuna da dönüştü bu karabasanlar ama yine de “Aman ne de iyi oldu şekerim, iyi ki yaşamışım” diyemeyeceğim şeylerdi. Umarım siz hiç yaşamazsınız.
Bilmeyenler için kısaca anlatmam gerekirse karabasan görmek uyku ile uyanıklık arasında sıkışıp kalmakla oluyor. Yani siz yatağınızda uyuyor oluyorsunuz ama bilinciniz uyanıyor ve yaşadığı, gördüğü her şeyi gerçek sanıyor. Bunun bir kabus olduğunu anladığınız bir an var ki işte işler orada karışıyor. Çünkü sistem yataktan fırlayıp bir çılgınlık yapmasın diye, beynin gerçek sandığı şeyden beynin sahibini korumak adına kasları geçici olarak felç ediyor. Bunun adı uyku felci. İşte siz bu kabusu yaşarken ve onu gerçek zannederken de gerçek olduğunu anlayıp uyanmaya çalışırken de ne kıpırdayabiliyorsunuz ne de ses çıkartabiliyorsunuz. Mesela kendimi uyandırmak için ellerimi ısırmaya çalışırdım; artık nasıl çırpındıysam kafamın içinde, bir süre sonra yataktan havalanır, olduğum yerde havada çırpındıkça, kontrolsüzce düşen bir paraşütçü gibi olduğum yerde dönerdim.
Durun, durun dehşete düşmeyin. Evet, dehşet vericiydi ama şimdi anlatırken mesela komik bile geldi diyebilirim.Buraya kadarki kısımdan rahatsızlık duyduysanız devamını okumayın çünkü en can sıkıcı karabasanı anlatacağım şimdi size. Hani içimiz bir kadifeden siyah bir kumaş gibi demiştim ya, bir gece yatağımda gözümü açtım. Yerleri rum çinisi olan, oldukça eski ve yalnız yaşadığım evimin koridorunda siyah bir silüet gördüm. Sanki birini siyah bir çuvalın içine koymuşlardı, şekli belli belirsiz, sessizce ama deli gibi içinde kurtulmak için çırpınıyordu. Anlamaya çalıştım bir süre. Yerimden kıpırdayamıyordum demek karabasan görüyordum. İlk anladığım bu oldu. O yüzden çok da büyük bir dehşete düşmedim, gördüğüm kabustu ama beynim ısrarla bunun gerçek olduğunu söylüyordu ve elbette korkuyordum da. İkinci anladığım şey ise beni daha büyük bir korkuya meyletti. Anladım ki o şey bendim. İçim dışıma dönmüştü ve çırpınıyordum çünkü ağzım içerde kalmıştı ve ne bağırabiliyordum ne de nefes alabiliyordum. Astarı bol gelmiş bir elbiseyi ters yüz etmek gibiydi.
Sizi daha fazla ürpertip canınızı sıkmadan konuyu bağlamak isterim ki işte bu kumaşı ütülüyorsunuz meditasyonla. İçerdeki mücadele ve çırpınışın sesi yok, dışardan kimsenin bilmesine imkan yok. Herkes de kendi içerdeki didişmesi ile o kadar meşgul ki ne dinleyecek hali ne de dinlemeye niyeti var. Çırpınıp daha fazla dolaştıkça kırışan bu kumaşı ütülemek yalnız ve yine sessiz bir uğraş.
21:
Ölüm; Yaşam Boyu Taahhütlü Paket
Ölüm. Hayatın bir parçası. Korkunç, dehşet verici, savaş değil belki ama yine de yüzleşmesi en zor parçası. Bir parçadan fazlası da değil. Dün ya da önceki gün, birinin bir paylaşımını, ona biraz ya da tamamen katıldığını belirtmek için paylaşanlar oldu. Ölümün tam tersine bir armağan olduğundan bahsediyordu yazan. Savaşmamamız gerektiğinden dem vuruyordu. Kabulün işleri kolaylaştıracağından.
Evet, ölüm bir düşman değil bence de ama bir armağan filan da değil. Çatışmalı bölgelerde, şiddetli coğrafyalarda, erkin hesap kestiği aile kurumlarında ölüm öyle tatlı bir armağan gibi gelmiyor çünkü insanlara. Olsa olsa uyduruk bir spiritüel cennetin -ki bütün spiritüel cennetler uyduruktur- içinden edilmiş cümle bu armağan olumlaması. Bir şeyi insanların akıl ve zihinlerinde çağrıştırdığı tam tersi olumlu bir tanım ve isimle niteleme de, her olumsuz hatta korkunç olaydan olumlu bir hayat dersi çıkarma psikolojisinin de hastalıklı olduğunu düşünüyorum. Tabi ki pek çok olumsuz deneyim, toplamında ve sonunda çok iyi bir deneyime kucak verir, bu başka, bir başaksının kurban olarak büyük acılar çektiği bir olaydan hayat dersi apartıp başkalarına vermek başka.
Ölüm ne bir armağan ne de korkunç bir şey. Oyunun kuralı sadece. Yaşamın içkin, özünlü bir parçası. Doğan her canlı mutlaka ölür, ölecektir. Tam da bu yüzden ölmek kadar doğmuş olmakla da barış yapmak zordur. Siz doğmuş olmakla barış yapmamışsanız ne ölüme de kabul getirebilirsiniz ne de ondan korkabilirsiniz. Yaşam da bir armağan değildir keza. Ne doğup doğmamayı ne de dolayısı ile ölüp ölmemeyi (en azından son kertede) seçebiliriz. O ikisinin arsındaki süreçte ikisi ile de barış yapmayı seçebiliriz ama.
Bu sayede dolu dolu, hayatı otantik ve samimi bir şekilde ifade ve temsil ederiz sonra bizim de vaktimiz dolar, mevsimimiz geçer, yaprağımız solup hayat ağacından düşer.
Tüm bunların meditasyon ile ne alakası var derseniz, meditasyon da geçici bir süre de olsa, ölüm gibidir. Hareketsiz oturarak “yapmayı”, otururken dikkati boşlukta tutarak “olmayı” durdururuz. İki gün önce, “bugün zordu” diye yazmıştım. İşte tam da bununla baş etmekte zorlandığım bir oturum olduğu için. Çünkü bazen dünyadan elini eteğini çekmek fikri çok kolay, bazen çok yıpratıcı; bazen “oh be” dedirtiyor bazen “off be” ; bazen bağlar gevşek ve kopsa da kabul, bazen bağlar çok sıkı ve kopacağı düşüncesi bile ızdırap.
Olduğun kişi olmayı bırakıp bunu izleme yeri meditasyon. Nasıl -var- olmadığına baktığın bir yer ve yine olmadan baktığın. Yorumlamadan, “ah vah” deyip drama yapmadan, analiz etmeden ve hikaye yazmadan kalmak. Ölümü hatırlamak, ölüm olmak, ölüme bakmak. Sadece ölüm de değil, doğmadan önceki hale hatta. Ölümden sonrası ile doğumdan öncesi hal. Kimsem ben, “BEN” olmadan önceki ya da “BEN” olmanın bittikten sonraki hal.
Bugünkü meditasyonda “oh” yeriydi yarın “of” yeri olur. Bilemem. Tek bildiğim şey var, tatlı benzetmeler, güzellemeler, olumlamalar ile kendimi kandıramam. Kimseyi de kandıramam. Gerçek çıplaktır, çıplak olan da 20 yaşında bir süper model değil; ağzı olmayan ama bilge, büyük ve sarkmış memeleri olan, kocaman kalçaları arasından salgılar ve kan içinde doğum yapan kadındır. İşte o kadını seviyorum.
20:
Bugün Facebook hatırlatttı, tam 1 sene önce Cihangir Yoga’dan ayrılmak gibi zor bi kararın hemen ertesinde yazmışım:
“Gözünü açıyorsun, dünya var; gözünü kapatıyorsun, dünya yok. Kendime unuutukça hatırlatıyorum.”
19:
Bugünkü meditasyonu sabah kahveye koşmadan önceye sığdırdım. 20 dakika devleşti tabi alışık olmadığı yere sığdırılınca. Rahat edemedi bir türlü. Fazla da detaya gerek yok. Ama sonrası güllük gülistanlık. Bu önemli.
Ben sabah insanı değilimdir. Sabahları önceki günü, uyumadan önce yatağın kenarına beni beklemesi için bıraktığım güzel hayatımın yeniden yüklenmesini beklemem gerekir iyi hissedebilmek için.
Sabahları uyandığımda kafamın içinde sadece başarısızlıklarım, sevilmediklerim, hakkını veremediklerim, vazgeçtiklerim sevimsiz bir filtreden geçmiş gibi, bilgisayar ekranında sadece o sayfalar açık kalmış gibi olur. Onlardan çok daha fazlası olanlar ise gün ilerledikçe yavaş yavaş geri yükleniyor, nerden baksan öğleden sonrayı buluyor neşemin tam yerine gelmesi. İşte o karanlığk sularda, beni dibe çekenlerle yüzdüğüm 20 dakika oldu.
Sonrası m? Güllük gülistanlık. İşte önemli olan bu.
18:
Her an çok kıymetli, her an çok değersiz. Sadece çerçevesi olan aynaya bakmak gibi. Aynaya baktığını sanmak gibi. Aynaya bakıyorsun ne kendini görüyorsun ne de aynayı önüne koyduğun yeri. Kendini gördüğünü sanıyorsun ama suretin ile aynanın arkasındaki görüntü arasında fark yok. Ha varsın, ha yoksun. Arada fark da yok.
Bugün zordu…
17:
Bir süredir arasam da hala hangi kitabın kaçıncı sayfasında olduğunu bulamadığım bir benzetme okumuştum. Kitap meditasyon ile ilgiliydi ama hangisiydi unutsam da düşünce ve duyguları havlayan köpeklere benzetiyordu. Tüm gece hiç susmadan havlayan onlarca köpek düşünün. Kafamızın içindeki duygu ve düşünceler de bu köpekler gibiydi. Gece sessizliğinde, hele de uyumaya çalıştığımız zamanlarda havlıyordu köpekler. Bütün gece havlayan köpeklerin bir anlığına sustuğunu hayal edin diyordu usta. Size “oh” dedirten o mükemmel an. İşte meditasyon bu işe yarardı. Ve düzenli meditasyon bu anların uzamasına yarıyordu. Siz düzenli oturdukça havlamanın kesildiği o huzur ve barış anları uzadıkça uzuyordu. Bugünkü oturuşumda tam da bunu gözlemledim. Herhangi bir “boş” kalma çabası göstermenize gerek yok. Bırakın köpekler havlasın. Düzenli oturmaya başladığınızda sizin bir çaba ve müdahaleniz olmadan, hiçbir köpeğe “kışt" demeden köpeklerin kendiliğinden havlamayı kestikleri anlarla buluşmaya başlıyorsunuz. Bu anlar önce sıklaşıyor. Sonra da -yine çabanıza gerek olmadan- kendiliğinden uzamaya başlıyor. O uzayan anların içinde oturmak, işte bunu herhangi bir şeye benzetemem. Kendiniz için kendiniz deneyim etmelisiniz. Belki o yola ilk adımı atmanın zamanı bu mevsim, belki bugün ve hatta tam şu andır. Kim mi bilir? Kimin bildiğini biliyoruz:)
16:
Bugün evden çıkıp Bahariye’deki yoga terapi dersimi vermeye giderken üstümde bir hafifilik hissettim. Kalçalarımda ve omuzlarımda fazladan bir rahatlık hissi. Önceki günkü yoga pratiğimde ne yaptım acaba diye düşündüm. Özel bir şey bulamadım. Sonra düzenli meditasyonun etkisi kendini mi göstermeye başladı dedim. O daha kafanın içinde bir ferahlık yaratırdı olsa olsa dedim. Çok kurcalamamaya, tadını çıkarmaya karar verdim. Ama gözümü de üstünden ayırmadım. O hafifliğin farkında olma halini bırakmadım. Tabi ki Kadıköy’de kalabalığın içindeydim ve yol tabi ki güllük gülistanlık değildi, insanlar olduklarından daha tatlı ve kibar değildi. Üstüne üstüne yürüyenler kadar yol vermeyi bilmeyen klasik öküzler iş başındaydı. Birine tabi ki sinirlendim. Ama üstümdeki hafiflik hala oradaydı. Ağzıma bir parmak bal çalıp ilk zorlukta beni bırakıp kaçmamıştı. Öyle dışarıyla ilgisi de yoktu. Bulmuşum, bırakır mıyım? Kolkola stüdyonun yolunu yürüdüm.
Hep verdiğim bir örnek vardır. Bilenler bilir. İnsan başının ağrıdığını çok iyi bilir de baş ağrısının geçtiği anı bilmez. Üstünden vakit geçer de, hatırlar “başım ağrıyordu, geçmiş” Kötü, normalin dışında kalan durular tutunmak kolay. Dikkatimiz sinek gibi bu ağa yapışıverir. Yapışmakla kalmaz hemen paylaşırız “başım ağrıyor” tabi dert paylaşıldıkça hafifler derler. Ama gerçekten hafifler mi? Güncelleme yapılır “Başımın ağrısı geçmedi” Ağrı sürdükçe güncellemeler de devam eder. Baş ağrım extended.
Ama iyi haber hemen verilmez. Çünkü ağrının sahibi baş bile ilk geçtiği anı bilmez genellikle. Normal halimiz, iyi halimiz. Bunu görmek bunu bilmek ve bunu takdir edip paylaşmak çok mu sıradan yoksa? Ağrımayan bir başın haber değeri mi yok? Belki sadece neyin dikkate değer olduğunu birilerinden öğrenip sonra tekrarla pekiştirdik. Beyin nöronları arasındaki sinapslar çoktan otoyol oldu. Otoyolda kazalar, trafik bitmese de otoyoldan gitmeye devam etmekteki isteğin kaynağı ne? Başka mı yol yok? Yolu kim yaptı? Yenisi yapılamaz mı?
15:
Ne çok konu var. Ne çok zaman. Ne çok kip. Ne çok soru. Ne çok cevap. Ne çok arayış. Ne çok biliş. Ne çok bilmeyiş. Ne çok kayboluş. Ne çok ümit. Ne çok umutsuzluk. Ne çok keyif. Ne çok tatsızlık. ne çok lan. Ne çok anı. Ne çok yeniden kurgulanan anı. Ne çok, daha çook kurgulanacak anı. Ne çok kalp kırmış söz. Ne çok özür. Kimi hayali kimi gerçek. Ne çok haklı çıkış. Ne çok haksız kalış. Ne çok hak arayış.
Ne dipsiz bir kuyu.
Ne karanlık.
Ne uyanık ne uykuda.
Ne görkemli.
Ne korkutucu.
Her gün karşısına geçip bakmak buna.
Evreni izlemek gibi.
Bu içerdeki…
14:
Yine bedenin çok rahat olmasını beklerken oturmakta çok zorlandığım hatta darlandığım bir meditasyondu. Bir kere daha söz konusu insan beden ve zihni olduğununda hiçbir şeyin garanti olmadığını, hiçbir şeyin vaad edilemeyeceğini bilmenin ötesinde, çünkü insan bilince unutuyor, deneyim ettiğim bir oturuştu. Muhtemelen meditasyonun çok da popüler olamamasının sebebi bu. Ya da başlanıp başlanıp bırakılmasının. Benim de her gün meditasyon yapmaya niyet ettiğim üçüncü sefer bu. İlki bir ay sürmüştü, ikinicisi neredeyse 6-7 ay.
Her ne kadar ön kabul içinde olsanız dahi bastırılamaz sinsi bir beklenti içinde oluyorsunuz. Bu bir yere varmalıymış gibi. Hatta varmak zorundaymış gibi. Bu şuna benziyor 30 senedir uyuyorum, artık uykuya ihtiyaç duymadan yaşayabilmeliyim.
Bir yoga hocası söylemişti “parmağını şöyle bükmeden aydınlananlar var” diye. Ben de şöyle düşünmüştüm, “kim bunu ister ki” Şimdi cevabı biliyorum. “Ben aydınlanmadım” demek isteyen kişi bunu ister. Bir yere varmak isteyen kişi. Aydınlanan kişi ben aydınlandım der mi onu bilemem, o apayrı bir konu.
Demem o ki o beklenti hep orda. Bazen bilinç suları yüzeyinde bazen bilinçaltında derinlerde: “Öyle bir şey yapayım ki şöyle bir şey olsun.”
Elbette zihin için de beden için de bir terbiye olma var. İlla bir ilerleme arıyorsak bu terbiye olmadan bahsedebiliriz. Ama hiçbir şey garanti değil. İlerleme de, terbiye de. Garanti olmayan bir şey için kimse bir sözleşme yapar mıydı?Yapılması gereken tam da böyle bir sözleşme mi yoksa?
13:
Yok:)
12:
Her karşılaştığımız boşluğu hızla doldurma telaşımızın kaynağı nedir? En azından bir süreliğine boş kalmasına izin vermenin bu korkutuculuğu gücünü nerden alıyor?
Ölümü mü hatılatır bize doldurulmayan boşluk? Verilmiş ama alınmayacak son nefesin mi çağrışımı?
11:
İstanbul gibi büyük, kaotik ve kalabalık bir şehrin içinde iki yaka dahil, gezip dolaşıp eve döndüğümde bir adet vapura, bir adet motora, 1 adet fünikülere, 1 adet metroya, 1 adet otobüse ve 1 adet dolmuşa binmiş ve inmiş, hepsinin içinde yolculuk eden çeşit çeşit ruh hali içindeki insanın kimiyle göz ile, kimiyle ten ile, kimiyle koku kimiyle ise söz ile temas etmiştim. Eve girdiğim gibi üstümü çıkartıp tabureme yerleştim.
Hareketsiz ve sessiz oturmayı bu kadar kıymetli yapan şeylerden biri, bu şekilde daha önce görmediğini, daha önce hissetmediğini fark edivermek. Alıcının ayarını daha ince bir dalga boyuna ayarlamak gibi. İlk fark ettiğim o titreşimdi. Onca toplu taşımadan, insandan ve hareketten üstüme yığılmış uyaranların ağırlıksız ama saran varlığı bir anda kendini hissettirmeye başladı. İşte durmayınca, o uyaranlara kendini bir süreliğine kapamayınca farkına bile varmadığın çırpınan minik ve narin bir kuş bu. Ne mi kuşu?
İnsan dikkatini kuşa benzetirim. Muhtemelen bunu bir yerde okumuş ya da duymuş olabilirim. Önemli değil. Zıp zıplayan, daldan dala konan rengarenk, sürekli öten bir kuş. Kuşta bir problem yok, onun doğası böyle. Ama problem fazla büyük ve kalabalık şehirlerde. İşte yoğun şehirlerde yaşayıp yoğun bir gün sonunda insanın zihni de bu kuş gibi daldan dala seyirtip bir türlü konamaz hale geliyor. Sürekli kanatlarını çırpan, rahatsızlık saçan rüzgarlar estiren ama bir türlü bir dala da konamayan bir kuş. İlk oturduğumda işte o titreşim alabileceğinden fazlasına maruz kalmış bir kuşun kanat çırpınışları gibiydi. Ağırlığı yoktu çünkü havada asılı çırpınıyor. Oturdukça, sessiz bir tanıklık içinde kuşu seyrettikçe kuş panik yapmayı bıraktı, yavaşladı. Sakince bir dala kondu. Bir süre durdu. Sonra bir başka dala. En son artık nefes dalında kalp atışları hepten yavaşlamış, bütün o titreşimin yumuşadığı, her şeyin yerli yerine biraz daha yerleştiği o dalda kaldı.
O yüzden “çok meşgulüm”, “çok işim var”, “hayatım şu sıra çok karışık”, “sıra gelmez”, “her iş bitti bir meditasyon eksikti” diyenler, sizin buna daha çok ihtiyacınız var. Kuşun kalbi ve kasları yıpranıyor.
Şimdi değilse ne zaman?
10:
Bugün içeriye merak yerine, olur da daha önce varlığından haberdar olmadığım bir gerçekle yüzleşirsem diye korku vardı üstümde. Hatta çok da yabancı olmayan bir ses “ne gereği var” dedi. Haksız da olayabilirdi. Çünkü bir gerçeğe vakıf olduğunda geri dönüşü yok. Bildiğin bir şeyi artık bilmiyor, tanıdığın birini tanımıyor gibi davranamazsın. Yaparsın da önce kendini kandırırsın. Bilgisayarda yaptığın gibi bir “geri al” tuşu yok. Geri alsan bile ya da yazdığın bir şeyi silsen bile artık bilgisayar onu bilmeye devam ediyor. Hiçbir bilgi yok olmuyor. Bu yolda yürürken bir zamanlar sıkça görüştüğün ya da bir vesile dolayısı ile bir arada bulunduğun birini yıllar sonra yanından geçerken gördüğünde ve tanırken tanımamış gibi yaptığın andaki hissi düşün. Herkes için kafa karıştırıcıdır. Tanırsın ama tanımaz gibi yaparsan rahatsız edici bir his bırakır geçen. Onun gibi. Bildiğin şey artık sana bulaşmıştır. Aşılanıp, silkelenip, alkolle silip ya da dumanlanıp arınarak, yıkanarak ya da başkasının üstüne atarak kurtulamazsın hakikatten. Oradadır. Bir milim de yerinden kıpırdamaz.
9:
Bugünkü meditasyondan niyet çıktı. Sıkı ve sağlam bir niyet. Fark ettim ki bir şeyi bilmek ile bir şey hakkında fikrin olması ile bir şeyi bilmek ve bir şeyi bilmemek arasında bir fark yok. Bildiğimizi sanıyoruz, bilmediğimizi bilmiyoruz. Biri size bi şey sorduğunda, aynı soruyu kendi iç sesinizle kendinize sorun ve bunun cevabını biliyor muyum deyin. İçerdeki cevap bir fikrim var ise dışarıya bilmiyorum olarak çıksın. Çünkü karşınızdakine yapacağınız iyilik bundan fazlası değil. Bir cevap arayan biri var karşınızda, cevaba benzeyen bir şeyi değil cevabı sizde bulacağına inanmış ve soruyu size sormuş biri var karşınızda ve doğal olarak sizde okşanmaya hiç hayır diyemeyen bir ego var. Bir taraftan cevap vermek zorunda hisseden bir sorumluluk hissi de var. Yardım etmek isteyen “iyi niyetli bir çaba” da var. Cehennemin yolları iyi niyet taşları ile döşeli lafını hiç anlamazdım çocuk ve gençken ama olgunluk döneminde, yeterince deneyimden ve insan ilişkisi ve bolca meditasyondan sonra anlatmak istediği şeyi ne kadar iyi anlattığını bilir oldum. Mesela dün özel bir derse giderken aradığım adresin ana yolun hangi tarafında olduğuna dair bir fikrim vardı, sonra bekleyen benden yaşça büyük bir kadın seçtim sormak için, “şu şu hastane” yolun bu tarafında mıydı yoksa karşıya mı geçmeliyim? Kadının cevabı bilmeyen ama bir fikri olması gerektiğini ve o fikri aradığını gösteren bakışları ile biraz düşündü ki ben artık bilmediğinden emindim. Yardımcı olmak için fikrimi fikri ile desteklemek için “şu tarafta sanki” dedim ve kesinlik içinde “şak” diye “evet” dedi. “O tarafta” .. Tabi ki o tarafta değildi. Aramızdaki diyalog tam da anlatmak istediğimi anlatıyor.
Bir fikrim olan herhangi bir konuda, cevap arzulayan bir soru ile karşılaştığımda “bilmiyorum” deme cesareti ve iradesi gösterebilmek, işte budur niyetim. Hepinize de aynı şeyi dilerim. İşte budur dileğim!
8:
“Hepimiz korkuyoruz hakikatten”
7:
Yoldan geldikten ve korkunç bir fast food yedikten sonra oturulan zor bir meditasyon. Fizyolojik sebeplerden dolayı zor bir meditasyon. İçi çöple dolu bir mide, çöpü sevmeyen bir kalp ve sıkışan nefes. Meditasyon ve asana uygulaması boş mide ile yapılır, hatırladım. Önceki gün mükemmelleştirmek isteyen dikkat bugün gevşekti. Bitse de gitsek modunda meditasyon. En azaplısı. Bitince nereye gideceksin? O içinde durduğun beden de zihin de seninle geldikten sonra? Bütün dünyayı gezip kendilerini ve yakın ilişkilerini anlayıp şekillendirmede bir arpa boyu yol kat etmemiş insanlar tanıdım. Gittikleri her yere kendilerini de, aynı düşünce kalıpları kadar dünyaya aynı bakış açısını ve durdukları merkezi noktayı taşıdıktan sonra - ki gittikleri yerler beş yıldızlı otellerde tatil yerleri değil, zor destinayonlar, çatışmalı ve tehlikeli yerler olsa dahi- aynı azap için de geri döndüler. Bitse de gitsek. Nereye?
6:
Çok ama çok gürültü ile sarılıyken oturdum. Oturmadan önce tüm gün eşya toplamak için dünya için çok küçük kendimiz için büyük kararlar aldım saatlerce. Bunu atalım mı yoksa tutalım mı? Ya bunu? Peki ya şu?Ama hatırası var. hatırlıyor musun şu şöyleyken bu böyle olmuştu. Ne kötü bir gündü ne zor bir dönemdi. Hatırası yok ama ya lazım olursa İhtiyacı olan birisi var mıdır, ona versek? Elektronik çöpü bulur muyuz buralarda? Ansiklopedileri artık kimse almıyor. Hangi ciltler eksikti? O kadar kupon toplamıştık. Eksik kaldı diye üzülmüştük. Nasıl yapsak? Umursamasak da atsak mı yoksa umursasak da saklasak? Saat akşam 9 olduğunda artık tüm sorulardan kafamın için yoğun sis altındaydı. Beyin sisi. Her açılan çekemeceden 10 sene, 20 sene hatta 30 sene öncesinden üstüme boca olan anılar, yarımlıklar, manasız anlam yüklenmişler, çatışmalar, hevesler üstüme boca olmuştu. Dolayısıyla duygu denizi dalgalıydı. (hepsinin “d” ile başladığı 4 kelimelik bir cümle kurduğum gözlerden kaçmasın, “d” ise alfabenin 4. harfi; işte böyle çalışıyor benim kafam ve meditasyon neden merhem gibi sen anla canım okuyan) Hava nemli ve sıcaktı. Bir de işte bir odadan TV’den maç gürültüsü, bir diğerinden telefondan video gürültüsü, caddeden arabanın motor gürültüsü içinde oturdum. Tüm dış şartların eli kamçılıydı. Öfkemi ellerine bıraksam işim zordu Onun yerine kendimi içerdeki şartlara teslim ettim. Karanlıkta, derinlerde her şey uysaldı. Ancak kafamda bir uzun uzun kafamın içinde evirip çevirmek istediğim bir mesele vardı. Muhatabı ile detayları ince eleyip sık dokumak istediğim ikna edici olduğu kadar çözüm odakı da olmasına özeneceğim konuşmaları önce kafamın içinde yapasım vardı. Yarım saat sonunda artık tüm o detaylar, elekler, çözümler ehemmiyetini kaybetmişti. Sis dağılmıştı, dalgalar durulmuş; görüş netti. Gürültü devam ediyordu dışarıda ancak elbet o da susacaktı.
5:
Bugün evimde değildim; muhabbet tatlı, ortam hareketli idi. Hiç tek başına bir odaya kapanıp yarım saat sessiz ve hareketsiz kalmanın zamanı değildi. Zaten hiçbir zaman bunun zamanı değil. Hep yapacak bir şey var, okunacak, izlenecek, hissedilecek. Oturduğum yerde yapmaya da devam ettim. Dikkatim skolyozuma takıldı bu sefer. Sol oturma kemiğini çok ama çok az arkaya doğru çalıştır, sol ön alt kaburgaları içeriye ve biraz da sola doğru çek, sağ kürek kemiğini içeri al ve başı kıl kadar daha sağa çevir. İçinde kal. Aslında bunu tuttuğumun, duruşu mükemmelleştirmeye değilse bile en azından standartlaşmaya dönük çabanın farkında değildim. Ta ki bırakana kadar. Tuttuğumuzun farkında değiliz, ta ki bırakana kadar. Ne kadar sıkı ve sert tuttuğumuzu çok iyi biliyoruz da nasıl çaktırmadan tuttuğumuzu bıraktığımızda biliyoruz. İtiraf etmek gibi. Ve mükemmel sandığımız şey aslında standart ve sıkıcı olan değil mi?
4:
Bugün 5 dakika daha fazlaya kurdum zamanlayıcıyı. İlk 30 saniye içinde pişman oldum. 5 dakika fazlalılığa değil, tümden oturduğuma. Bir kere oturduktan sonra geri dönüşü yok, bende böyle. Döngüyü kırarsan, tamir etmesi daha zor çünkü. Beden bugün rahat değildi, fark ettim. Neden diye kurcalamadım bazen öyle bazen böyle. Hacmi değişmese bile alınan her nefeste dolan boşluklarda oyalandı bugün dikkatim. Tüm o dolup boşalan boşluklara dokunan nefesle. Tüm boşluklar sirkülasyon içindi, bir şeylerin dolup boşalması için. Sıvı olur, katı besin olur, gaz olur, kulağa dolan ses olur, ağızdan çıkan kelam olur. Ve bu sürekli dolup boşalan boşlukları destekleyen, tam iki burun deliği hizasından başlayan ve kuyruk sokumuna uzaman omurgayı, bu sirkülasyonun rahatça sürüp gitmesi için nasıl onlarca eklem ile donandığını düşündüm. Sonra dedim dur burası düşünme yeri değil, burası dinleme yeri. Bedeni hareketsiz olsa bile etkin bir ifade ve duruş içinde tutarken, zihni edilgen tutmanın yeri. İzleyen, dinleyen, tanıklık eden zihin. “BEN” bile demeyecek kadar edilgen. Nefese geri döndüm ve bir acı sinyali aldım, sağ ayağımın baş parmağı ile ikinci parmağı arasından. Bir şey battı diye düşündüm, kıymetli döngümü kıracak değildim, sonra daha derin bir acı uyarısı geldi, bir şey mi ısırıyor diye düşündüm, o an döngüm daha az kıymetli hale gelir gibi oldu ama tolere edilir br acı idi. İşte dedim bugünün süprizi de bu. O ekstradan eklenen beş dakika beni kamçılarken acı birkaç kez daha yokladı. Bittiğinde acının kaynağına baktım, tabi ki hiçbir şey yoktu, kilimi kaldırdım sonra, minicik ama dev telaşlı bir karınca gördüm. Önce karınca mı yoksa minik bir böcek mi emin olamadım, telaşı karınca telaşı idi ama her parmağımı önüne bent edince tırmanmıyor onun yerine kaçıyordu. Bu halinden beni ısırdığını çıkarabilirdim bile, suçlu psikolojisi olarak yorumlayabilirdim, hatta coşar karıncayı sorguya bile alabilirdim:) Sonra dedim ısırdı ya da ısırmadı. Gerçekten önemli mi? Değildi, soruyu doğduğu yere bıraktım.
3:
Bugün bir hevesle oturdum meditasyona. Tabureyi görünce hoşlandığım kişiyi görmüş gibi bir merak sardı içimi. Bakalım dedim, bugün kısmette ne var. Karanlık bir kutuya oltanın ipliklerini salalım. Bugün kendim ile bilmediğim ne çıkacak karşıma? Hiçbir şey vurmadı oltaya. Bilmediğim, görmediğim bir şey serilmedi önüme. her şey bildik, her şey tanıdıktı. Bir şey aramayı bırakınca bir şey oldu ama. Nefesleri takas ettiğimiz boşluk ile kurulan bireysel ilişki değişti. Alanken verene dönüştüm. Verirken alana. Sanki her nefes alışta ben boşluğa doluyordum, her nefes verişte boşluktan bölünen bir hücre gibi ayrılıyordum. Aldığım her nefes ile genişlerken boşluğun içindeydim, verdiğim her nefes ile sınırlarıma geri doluyordum. Dışarıdaki alan, ikimizi ayıran çeperden kendi içine beni soluyordu, ben o çeperden dışarı boşalıyordum. Sonra bir gel-git gibi kendi sınırlarıma geri doluyordum. Tüm bunlar olurken merak ettim? Bunu ne kadar sürdürebilirdim?
2:
İnsan, homo beklentikus; bugüne tabi ki önceki günkü süprizin beklentisi ile oturdum. Ama adı üstünde sürpriz. Sürprizi beklemezsin; bir kez olur ya da olmaz.Önceki günkü kadar tarifi ve tanıklık etmesi şatafatlı olmasa da başka bir sürpriz vardı bu sefer. Önceki günün tersine ilk 10 dakika, nefeste kalmak kolay ve her şey berraktı. Son 10 dakika ise davullar çaldı, bandolar geçti, matkaplar çalıştı. Bugünün kısmeti böyle imiş.
1:
Onca zaman sonra pratikten bağımsız, direk oturmanın zor olacağını biliyordum ama kıçımı meditasyon taburesine koyduğum gibi oturma kemiklerimin batması “eyvah ki ne eyvah”tı. Ama yapacak bir şey yoktu, meditasyona böyle oturulur. Oturursun ve ne olursa olsun oturmaya devam edersin. Yoksa batmalar, kaşınmalar bitmez oğlu bitmez bahaneler. İlk tahmini 10 dakikalık kısım kafamın içindeki her türden sesin gevezeliği ile geçti. Akşama pişecek ayıklanmamış pirincin taşı, sökülüp havalandırılmamış kıştan kalma yün yatak kalmadı; oydu buydu, öyleydi şöyleydi; zarttı zurttu… Normaldi. Pratik en baştan başlıyordu, en büyük gevezeliklerin zamanıydı. Sonra bir şey oldu. Böyle bangır bangır televizyon izlerken çat diye tüm mahallede elektriklerin gitmesi gibi bir şey.
Nefes vermiştim, bir anda o derinlikte kalakalmıştım. Bütün sesler, hikayeler, ışık ve hareket doğduğu kaynakta yok oldu. Nefes bile. Ve uzadıkça uzuyordu a an. Hiçbir şeyin kıpırdamadığı, boşluğun genişlediği bir an. Artık nefes alıp veren ben değildim; nefes dolup boşalıyordu. İstediği yerde istediği kadar oyalanıyordu, vakit geçiriyordu, keyif yapıyordu. Dolarken, boşalırken, dolu kalırken ve boş kalırken… Ben sadece tanık oluyordum. Bir alan var’dı, olmayı dayatmadığı için açılıp genişliyordu, öyle genişliyordu ki, yok oluyordu. Yok’tu.