Gidin Kemik Toplayın*

Tarih 7 Nisan 2017. Doğum günüm. Bir yerlerde bir yemekteyiz, arkadaşlarım etrafımda. Kalabalıklar da. Çocuklar gibi şenim. Üstelik hepsi çeşit çeşit hediyelerle gelmişler. Elime ilk tutuşturulan paket belli ki bir kitap. Önce bir elimde evirip çeviriyorum, hangi kitap olduğunu hissetmeye çalışıyorum. Öyle 6. hisle filan değil. Satın almadan önce kitapları uzunca bir süre ellerim, tartarım, sayfalarını karıştırırım. Sonraki sene doğum günü yemeğimde eski bir arkadaşım elime daha poşeti ile tutuşturduğunda “Bana İlahi Komedya mı aldın?” diye sorduğumda şaşırmış, onunla alay ediyorum sanıp bir de sinirlenmişti de. Bu kitap da yine almak isteyip de ertelediğim birkaç kez alışveriş sepetine atıp atıp kargo ücreti isteyince vazgeçtiğim, gidip bir kitapçıdan alırım dediğim kitaplardan biri. Ama internetten hiç elime almadan satın almaya kalkıştığım için ne şekline ne de elimde tuttuğumda kendini teslim ettiği ağırlığına dair bir fikrim var. Kızıl , pembe, turuncu karışımı soluk bir cilt çıkıyor karşıma. Hah işte, herkesin elinde dolaşan, ben de okumalıyım dediğim o kitap. “Kurtlarla Koşan Kadınlar” 21. Baskı. Bir seviniyorum pir seviniyorum. Çünkü itiraf etmeliyim ki süprizleri sevmiyorum. Ve yine itiraf etmeliyim bunun içinde biraz da kibir vardır. Eh biraz da kontrol etme isteği tabi. İstediğim, bildiğim ve merak ettiğim şeyler beni bulsun isterim. Elime verdiklerinde ne yapacağıma dair bir fikrimin bulunmadığı karanlık şeyler değil. Kitabı biliyor ve istiyordum diye seviniyorum ama bu kitap da hayli karanlık barındırıyor, henüz bilmiyorum.

Yemekler yeniyor, içkiler içiliyor, danslar ediliyor. Birbiri ile alakasız eski yeni pek çok arkadaşın oldukça keyif aldığı, birbiri ile kaynaşıp iyi vakit geçirdiği dışardan açıkça görülebilen çok güzel bir masadan kalkılıyor o akşam. Elimde hediyelerim, suratımda kocaman bir gülümseme e biraz da çakır keyif varıyorum eve; en son hatırladığım şey evde tek başıma mutluluktan dans ettiğim.

….

Zaman geçiyor. Bir süre sonra kitabı elime alıyorum. Giriş kısmını okumuşum neyse ki. O kısmı asıl maceraya girişmeden önce hep bir angarya olarak görmüşümdür. Okurken böyle sevmediğim bir sebzeyi ya da yemeği ayıp olmasın diye ağzımda gevelediğim o hise benzer. Ama yemeği yapanın ve nimetin kendisine olduğu gibi kitabı yazanın ya da çevirenin emeğine ve kendisine duyduğum saygıdan dolayı önsözleri ve girişleri mutlaka okurum. Girişte dil ve içerik olarak zor bir metin ile karşı karşıya olduğumun sinyallerini de almışım ama yine de böyle bir kitaba başlamak için uygun bi yer olmadığını bile bile uyku öncesi yatağıma uzanarak okumaya başlıyorum. Bir şekilde bir yerden başlayayım da nasılsa gerisi gelir diyorum.

Ama gelmedi…

Kitap o gece yatağın kıyısında okuduğum kadarı ile kaldı. Halen başucu komodinin üstünde.

Okuyanlar bilir, bilmeyenler için kısa ama yetersiz bir özet yapmak gerekirse bu ilk öykü La Loba diye yaşlı vahşi bir kadın mitinden bahseder. “La Loba’nın tek işi kemik toplamaktır.” Özellikle dünyadan kaybolma tehlikesinde olanları toplayıp korur ve saklar. Mağarasında her cinsten çöl hayvanının ve özellikle kurtların kemiklerini biriktirir. Kemikleri biriktirip eksiksiz bir şekilde iskeletlerini bir araya getirdikten sonra ateşin yanına oturup şarkısını söylemeye başlar ve iskelet yeniden ete, kürke, cana bürünmeye başlar. Şarkı devam eder, kurt soluk almaya başlar, şarkı devam eder kurt gözlerini açar, şarkı devam eder ve kurt ayaklanıp ufka doğru koşmaya başlar. Koştukça kahkahalar atan bir kadına dönüşür.

Okudukça kafamın içinde bembeyaz bir kurt koşmaya, koştukça 15-16 yaşlarında bir kız çocuğuna dönüşmeye başladı. Kurt koştukça ve her adımda biraz daha bir kız çocuğuna dönüştükçe çok derinlere gömülmüş, çöl kumlarının en dibinden bir çocukluk hatırası da hızla yukarıya doğru hareket etmeye başladı. Kurt koştukça, hatıra anımsanmak için havaya kavuşmak için toprağın altında boğula gömüle çırpındıkça onu unuttuğumu sandığımı ama bunun mümkün olmadığını, onun gölgesinin kuzgun gibi hep yanıbaşımda benimle olduğunu görmek kıyısına tünediğim yatakta bir girdaba dönüştü. O çarşaf kıvrımları, yorgan boğumları, pamuk dolguları içine çöken bir çöle dönüşmüştü. Kitabı hala durmakta olduğu ve toz almak dışında ellenmediği yere bıraktım. Çölde boğulmadan yataktan çıktım.

8-9 yaşlarındaydım. Üstümde pijamalarım değil şortum ve tişörtüm vardı. Bir yaz akşamı idi. Bir Karadeniz sahil kasabasına bağlı bir koyun arkasında uzanan, kimi yaşıtım kimi benden büyük çocuklar ve kardeşlerim ile yıllardır boş duran, bir kooperatife ait olduğunu bir yerine çakılmış bir kazıktaki bir tabeladan bildiğimiz bir arazide oynuyorduk. Araziye geceyarısından sonra traktörlerle gelirler, römorklar ile kum çalar ve o kumları 10 sene sonra depremde yerle bir olacak binaların inşaatlarında kullanırlardı. Kum hırsızlarının ve sonra katile dönüşeceklerin derin bir kepçe darbesinin bitki örtüsünü kaldırdığı ve ince toprak tabakanın altından kum zeminin ortaya çıktığı büyük bir çukurun içinde oynuyorduk. Ne oynuyorduk hatırlamıyorum. Ne konuşuluyordu? Ne oyun kursak gibi bir şeyler. Sıkıldığımı hatırlıyorum. Bir grup çocuk oynamak istiyordu da oyun bir türlü kendini göstermiyordu. İlgi ve dikkatim içinde bulunduğum gruptan çevreye dağılmaya başlamıştı. Hatırladığım bir diğer şey yan komşuların köpekleri ne kadar sevdiği, kimsesiz köpeklere şefkat ile kol kanat gerdikleri idi. Belki bir tanesini de sahiplenmişlerdi. O yüzden yanımızda bir ya da iki köpek de bizimle hoplayıp zıplıyordu. Onlar da bizim gibi oyun istiyordu ama oyun bir türlü başlayamadığı çin onlar da benim gibi sıkılmıştı. Kepçenin yarattığı yarığın kavisli kumdan duvarında bir ucu dışarıya bakan bir kemik gördüm. İşte dedim, oyun bana göz kırpıyordu.

Grubu unutmuşum, kendimi kurtarıyorum. O kemiği alıp köpeğe fırlatıyorum. Kemik o kadar kurumuş suyu çekilmiş ki, herhangi bir kemirme isteği yaratmıyor köpekte. Hatta hiç ama hiç ilgilenmiyor. Uzak duruyor. Düpedüz hayal kırıklığı yaşıyorum. Köpek de oyun isteğime cevap vermediği için içim daha da sıkılıyor. Çocuk aklımda köpekler kemik sever var çünkü. Onu biliyorum. Ama henüz bilmediğim bir şey var. Köpeğin yüz vermediği kemik bir insana ait. Bir insana ait olduğuna dair bilgi birazdan yavaş yavaş sezgi ile, bir ürperme ile gelecek; henüz değil. Köpeğin attığım kemiğe ilgi göstermeyişine bozulduğumu hatırlıyorum. Kafamın içinde bildiğim bir şey çürüyor. “Köpekler kemik sever” ile başlayan bozulma, saatler içinde kafamda insana dair saf fikirlerin hepsinin birer birer çürümesi ile sona erecek. Köpek ilgilenmeyince çektiğim kemiğin ardından bir başka kemik kumların biraz da yerçekiminin yardımı ile kendini ileriye atıyor. Onu beğenmediyse bunu kesin beğenir diye düşünüyorum. Kumun içinden çekiyorum. Bu seferki büyük hem de. Bir kaval kemiği. Ve çocuk aklım orda bir şeylerin tuhaf olduğuna ayıveriyor. Kaval kemiğinin ardından bir başka kemik. Bu sefer diğer çocuklar da oyuna katılıyor, etrafıma toplanıyorlar. Bu kemikler görmeye alışkın olduğumuz bir hayvana ait değil, o belli. Daha önce hiç görmediğim ama çok tanıdık kemikler bunlar. Ve ben bir anda çocukluk kahramanım Şarlok’a dönüşüyorum kendimce. En ufak ipucundan her şeye bir bakışta vakıf olan o adam gibi olmak için yanıp tutuştuğumu hatırlıyorum. İşte o fırsat sonunda karşıma çıkmış. Şarlok Holmes’tum ve bir vakayı ortaya çıkartmak üzereydim. El birliği ile kazmaya başladık. En büyüğümüz 11-12 yaşında 5-6 çocuktuk. Kumun altında bir kemik yığını yatıyor idi. Dizi dizi kaburgaların, tüm çıplaklık ile bir insan göğsünün ayaklarımın altına serilmesinin yarattığı hissi mesela hiç unutmuyorum. Elimi o kaburga kemiklerine değdirişimi, toplayıp toplamamakta ettiğim tereddütü, onları bozmadan orada bırakmak isteyişimi, sanki kalbi ordaydı da hala kaburgaları sökersem karşıma çıkacakmış gibi korkmamı. Ve bir insan kalbi ile ne yapacağımı hiç bilemeyeşimi. Dedim ya sürprizleri sevmem. Karşıma çıktığında ne yapacağımı bilemediğim karanlık bir kalpten o günden beri imtina ederim. Merak ve Şarlok gibi olma tutkusu sönmeye başlamış, yerini korku ve üzüntüye bırakıyordu Ellerimin altında artık candan yana kupkuru olsa da bir insan ölüsü uzanıyordu. Gözlerimin önüne daha bütünlük içinde serildikçe işin rengi değişiyordu. Ve sonunda kafatasının tepesi kendini gösterdi. Artık ellerimizin arasından kumlar gibi parçaları akanın bir insan olduğundan emin oluyorduk. İşte orda kafamı kaldırıp etrafımdaki çocuklara baktığımı, göz göze gelip bir duyguyu paylaşmaya çalıştığımı hatırlıyorum.Elime aldığımda kafatasının kırık olduğunu gördüğüm anda tamda Şarlok’un düşüneceği gibi gün ışığına kendini dökenin bir cinayet olduğu ihtimalinin küçük kafamın içine doluşunu. Kırık bir kafatası hatta paramparça bir kafatası, sonra bir çene kemiği. Dişlerin hepsi tam, eksiksiz. Tüm dişlerin parıl parıl olduğunu, gençliğin tüm tazelik ve sağlığıyla parladığını. Bütün bir alanı kazdık. İskelete ait olup olmadığından emin olamadığımız ama şimdi çok emin olduğum bir çift paslanmış, yeşillenmiş küpe de kemiklerin yanında idi. Genç bir kız hatta belki daha 15-16 yaşında bir kız çocuğu sesini kaybettiği için kemikleri ile bana kendini duyurmaya çalışmıştı. Bana kumun altından seslenmiş, kemikleri ile kendini gün ışığına çıkarttırmıştı. Ama ben Şarlok Holmes değil daha 8 yaşında küçük bir çocuktum. Acizlik ile acı bir şekilde ilk tanışmam o gün oldu. Hala bir kuzgun gibi omzumda taşıdığım suçluluk hissi ile de.

—-

10 sene sonra. Yaşım 18. Yine bir kadın bana sesini duyurmaya çalışıyor. Bu sefer henüz kemikleri ile değil kalan son gücünü kullanarak çıkardığı sesi ile. Duyan ben olsam da aslında seslendiği ben değilim. Sesini duyurmaya çalıştığı kişi muhtemelen bir yarım saat önce yanında uyuyan kocası Yusuf. “Yusuf” diyor, “Çocuklar” diyor. Yusuf’tan ses yok, çocuklardan ses yok. İyi ki öyle. “Yusuf yandım” diyor en son, belki son bir Yusuf inlemesi daha, bir daha kadından da ses yok. Gördüğüm tek şey üst üst yığılmış balkonlar, o balkonlardan sarkan o zamanların modası güpurlu tüller ve oraya buraya saçılmış cam parçaları. Bir insanın bedeninin altında kalması için değil o bedenin içinde güvenle uyuması için bir araya gelmiş parçalar, darmadağın. Karanlık ama zifiri değil. Bütün memlekette elektrik kesildiği için gökyüzü apaydın. Yıldızlar delirmiş gibi yakın ve parlak. Bu sefer kadın kumun altına değil, 5 katlı bir apartmanın üstüne yıkılmış enkazına gömülmüş. Bilinçsiz bir adım atıyorum sesin geldiği yıkıntıya doğru, imkanı yok. Ellerle kum kazmaya benzemez. Ellerime bakıyorum. Şimdi Şarlok değil uçup kaçabilen, dev gibi, kudretli bir süper kahraman olmak istiyorum. Koşmaya başlıyorum. Babamı arıyorum. Babam ve yanındaki bir kişi ilk katına çökmüş başka bir apartmanın garajından yukarıya bir delik açmaya çalışıyorlar. Sıkışmış bir öğrenci var, hayatta ve sesini duyurmayı başarmış. Yerküre hala sallanmaya devam ediyor. Babamın yanına vardığımda onu apartmanın kapıcısını yanlarına gelmekten korktuğu için, onlara yardım etmediği için azarlarken buluyorum. Adam doğal olarak her an tamamen çökebilecek yarı yıkık binanın altına girmek istemiyor. Ne saçma. Babam kapıcıya yanına gelmediği için attığı azarı bana yanına girdiğim için atıyor. Beni dışarı kovuyor, hatırlıyorum, bu sefer binanın önünden bağırarak küçük bir çocuk gibi tutturup babamı dışarı çıkartıyorum. İstiyorum ki babam elleri ile değil belki ama ellerindeki kazmalar ile Yusuf’un karısını ve çocuklarını gömüldükleri yerden çıkartsın. Babam çaresiz ellerini iki yana açıyor. Acizlik ile ikinci büyük karşılaşmam; bu sefer acılı olmasının ötesinde dehşetli de.

Yıllar geçiyor yine. Depremden birkaç ay sonra başladığım üniversiteyi bitirmek üzereyim artık. Adını hiç bilmediğim, kocasının adının Yusuf olduğunu duyduğum bu kadının mezarı ile amcamı gömdüğümüz bambaşka bir mezarlıkta karşılaşıyorum. Bu gerçek bir mezarlık. Bun için ayrılmış, Ne tuhaf ki kadının adını bir mezar taşında okuyup tekrar unutuyorum. O da kemikleri bulduğum kız çocuğu gibi isimsiz kalıyor hafızamda. “Yusuf çocuklar” dediği çocukların 4 tane olduğunu yan yana dizilmiş 4 mezar taşından öğreniyorum. Yine gömülü olsa da yine karşılaşıyoruz kadınla. Bu sefer sesi ile değil mezar taşı ile gözlerimin içine bakacak. Sessiz.

Yusuf’un karısı ve dört çocuğu 10 sene evvel sahibinin ne adını ne sanını ne de kim olduğunu hiç bilmediğim ve hiç bilemeyeceğim kemiklerini bulduğum yerden çalınmış kumlarla harcı karılan binaların enkaz olduğu evlerde bir gecede yok olan binlerce insandan birine karıştı o gece.

Evimde otururken de ya da dışarıdayken her sese kulak kabartmam hangisinin sesini duyuşum ya da duymayışımla başladı bilmiyorum. Kumun altında mı yoksa yıkık binanın altında gömülü olanın mı. Bazen bir motor sesine ya da bambaşka bir sese bir kadının ya da çocuğun yardım isteyen çığlığı mı diye kulak kabartmışlığım çok. Acaba burada oturmuş kahvemi içerken bu duvarın ötesinde biri benden yardım istiyor da ben farkında bile değilim mi diye düşünürüm. Omzumda artık bir kargaya dönüşmüş kuzgun hep tetikte.

Hikayenin devamı şöyle: Kemikleri evlerin ve büyüklerin olduğu yere getirdik o gün. Beklediğim kadar dehşete düşen olmadı. Kimileri kemikleri aldı elledi, kimileri aman uzak durun belki hastalıktan öldü dedi, ağızlarında protez dişleri ile yaşlı olanlar çene kemiğindeki sağlıklı ve eksiksiz dişlere gıpta ile baktılar. Ölü bir çocuğun sağlıklı dişlerine. Sonra ne mi oldu? jandarmaya haber verildi. İki tane askerlik yapan, asker kıyafetlerinin içinde sanki yüzer gibi, ilk fırsatta o kıyafetlerin içinden sıyrılıp arkasına bakmadan uzaklaşacakmış gibi ama yine de belli bir gün sayısı daha bu durumu idare etmeye yetecek kadar yere basan iki çok genç çocuk geldi. Baktılar, bir şey anlamadılar. Analasalar da yapacakları ya da yapabilecekleri bir şey yoktu. Yapmaya istekleri de. Asıl en büyük isteksizliğin sahibi köy muhtarı ise sonradan arzı endam etti. Biraz canı sıkkın gibiydi. Rahatsız edilmiş, kim bilir hangi boş işinden alıkonulmuştu. Gençti de ve genç olduğu kadar da çürümüş. İskeletin çok eski olduğuna karar verdi bir bakışla.O zaten konuyu kapatmak üzereyken bir çavuş ya da onbaşı peydah oldu. Nerde buldunuz, nasıl buldunuz diye bana birkaç soru soruldu. Ben en küçük detayı bile atlamadan bir Şarlok sorumluluğu ile anlatmak için ağzımı açtım, birtakım sesler çıkarttım ama hiçkimse dinlemedi. Konuşmadım mı acaba diye düşündüm. Şimdi kim uğraşacaktı? O uğraşmak istese yapılabilecek bir şey olmadığına muhtarla beraber kani oldu. Kemikleri öylece kontraplak suntanın üstünde bırakarak “bulduğunuz yere gömersiniz” deyip akşamüstü ışığında yok oldular. Kemiklerin etrafına toplanmış olan diğerlerinin ilgisi de hızla söndü. Vakit sırt dönme vaktiydi, yoksa mazallah kemikler üstlerine kalırdı. Büyük tozlu bir beyaz poşete doldurduk kemikleri. O poşeti de hiç unutmadım mesela. Büyükler de devletlileri onayladı, “gidin bulduğunuz yere gömün.” Diğer çocuklar da dağılmıştı. Çocuğunu her işten hızlıca sıyırma konusunda herkesten hızlı olanlar çocuğunu çekeleyip eve almıştı bile. Ölü kıza gösterilen ilgi ve merak ölmüştü. Az önce magazin iştahı ile izleyenler şimdi “ben korkarım” deyip geri adım atıyordu. Kimse kemiklerle daha fazla zaman geçirmek istemiyor, mümkünse hemen unutup normal hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi geri dönmek istiyorlardı. Hava kararmaya başlamıştı. Gündüz oyun olan gece dehşete dönüşüyordu çocuk aklımda. Bir ben kaldım, bir de bir başka kız çocuğu. Poşeti elime aldım, hafifti. Elimde bir insan taşıyordum, hafiflemiş, kemiklerinin içi can yerine hava dolu. Sanki beraber yapayalnızdık. Hem benim dünyamda hem onun dünyasında. “Bir de Fatiha okuyun” diye de öğüt vermişti gençken ve sağken çürümüş muhtar. Çok da derin olmayan bir çukur açtığımızı hatırlıyorum aynı yere. Poşetin içindeki tüm o kaval kemiğini, kaburgaları, parçalanmış kafatası parçalarını boca ederken yeniden canını yakmaktan imtina ettiğimi hatırlıyorum. Kemiklerin üstünde önce ıslak kumu sonra kuru kumu yığdık. Bir mezar taşı bile koymadık. Gömdüğümüzde artık günün son ışıkları kalmıştı. Yanımdaki kız çocuğu minik avuçlarını açtı, başladı duayı okumaya. O boşluğu hatırlıyorum. O bomboş yerde olmayı. Onu taklit ederek boşluğa avuçlarımı açtım. Ezbere bildiğim duayı okuyamadım. Aynı 10 sene sonra deprem hepimizi büyük bir enerji patlaması ile oraya buraya savururken babamla koridorda sıkışıp kaldığımız gibi. Sallantı en yüksek gücüne ulaşmıştı. Tavan ve kirişler sıkıştırdığınızda içine çöken bir lastik topun iç yüzeyi gibi başımızın tepesine kadar inip sonra yeniden uzaklaşıyordu. Elimde aptal bir yastık başımın üstüne tutarken babam dönüp “ kızım şehadet getir” demişti. O zaman ilk aklımdan geçen “ne yani ölecek miyiz şimdi?” olmuştu. Öleceğimize inanmasam da ağzımı açıp sadece ”e” diyebilmiş ve gerisini unutmuştum. O zaman ölümün kıyısındayken de, onu tekrar kumun altına gömdüğümüzde de bomboştu dünya. Karanlık. Kalan son çocuk da duasını okuyup hızlıca koşarak uzaklaştıktan sonra boşluğun içinden yürüyerek eve döndüm. Bu hatırayı unuttum ama o boşluğu hep benimle kaldı.

Oturup bu hikayeyi yazmam gerekti. Aynı kemik avcısı yaşlı kadının şarkısını söylemesi gibi eğer hikayesini anlatırsam belki o beyaz poşetten boca ettiğimiz tüm kemikleri yeniden bir araya gelir. Ben yazdıkça ete, cana bürünür yeniden. Belki ben yazmaya devam ettikçe yeniden soluk almaya başlar ve belki siz okudukça şimdi küpelerini kulağına takar, genç yaşının neşesi ile onu bulduğumuz yerin az ötesindeki denize doğru kahkahalar atarak koşmaya başlar. Bu kelimeleri art arda dizdikçe size adını değil belki, neden öldüğünü değil belki, kim olduğunu bile değil belki ama ensesine varmayan saçlarını ve eteklerini deniz meltemine vermiş uçuştura uçuştura, yüzünde güzel dişlerini gösteren kocaman bir gülümseme ile en azından varolduğunu, tüm güzelliği ve parıltısı ile bu çölün üstünde yürümüş olduğunu anlatmış olurum…

Kadın tahayyül yoluyla da hissedilir; büyük güzelliklerin görüntüleri yoluyla da.” KKK

Not: Filizciğim hediye için teşekkür ederim.