“Yaşamın anlamını arayıp arayıp -hep bulduğunu sanıp, hep bulamadığını anlayıp- hep yeniden araman, doğrudur: yaşamın anlamı tam da odur işte: hep arayıp arayıp -bulduğunu sanıp, bulamadığını anlayıp- hep yeniden aramak zorunda olduğun..
O’dur, anlamı, yaşamının.”
Oruç Aruoba - Olmayalı
Yaşamın anlamı tam da budur işte ve yaşam tam da bu kadar, dolu dolu, gümbür gümbür bir iştir. Zorlu bir iş. Aradığın her şeyi, sadece anlamı değil, her türden anlamı, anlamcıkları da bulduğunu sanıp bulmadığını anladığın şeydir yaşam. Bu anlam arayışı gençliğimi dar etmişti, olgunluğumu ise darlayan bir başka soru. Kolay olması gerektiğini kim söyledi? Kolay olması gerektiğine dair inancımızın kökleri nerede atıldı? Yaşamak neden kolay olmalı/ olmalıydı da biz hayal kırıklıkları ile dolup taşıyoruz? Her denediğimiz, hem de ilk denemede oluversin diye bekleme kibirinin suyu nerden? Bu değirmene kim ya da ne su taşır ki bu değirmen dönmeye devam eder?
“:oysa hata, hem hep yinelenir; hem de, hep, bir hata olmama yanılgısıyla yeniden başlar.”
Ben kendi kendimle çok konuşurum. Gerçekten çok.. Kendime espri patlatırım, patlayan esprilere büyük kahkahalar bile atarım, eleştiririm, kızarım, överim, cesaretlendiririm, eleştirime cevap veririm, kavga da ederim. Bugün mutfakta şöyle dediğimi duydum; bu fizik kanunlarına çok gıcık oluyorum. Neden? Çünkü işimi zorlaştırıyor, çünkü dünyanın, maddenin kanunları bana nasıl lazım geliyor ise o gelişe göre şekillenmeli. Açıl susam açıl demeliyim, taş masif bir duvar hareket edip hazinelerin -bana özel- saklı olduğu güvenli mağaraya yolumu açmalı, yolumdaki tüm taşları temizlemeli. Kırmızı halı olmasa da olur ama istersem oluverebilsin de. Tabi ki abartılı bir örnek bu ama bu beklenti sinsi bir şekilde kurduğumuz tüm ilişkilere, ister bu ilişki cansız bir nesne ile isterse bir metabolizma ve sinir sisteminden mütevellit canlı bir başka özne ile olsun, ama kolay olsun. İlle de kolay olsun.
Kolay olmalı; aşk kolay olmalı, evlilik kolay olmalı, boşanma kolay olmalı, çocuk yetiştirmek ya da çocuk sahibi olmamayı seçmek kolay olmalı, buna karar vermek de kolay olmalı, çilekli pasta yapmak kolay ya da piyano çalabilmek kolay olmalı. Bahçedeki domates kolay yetişmeli mesela, ne işi var? Güzel olmak kolay olmalı, genç kalmak hele hele sağlıklı kalmak kolay olmalı. Bu beklentileri çok da güzel sağan, harika(!) bir sistem de var hali hazırda. Biz isteyelim, kapitalizm - her türden ve sandığımızdan fazla bedeli karşılığında elbette ki- domatesi kolayca yetiştirecek hormonları, onu böceklerden koruyacak zehirleri temin etsin. Emrimize amade. Birtakım “date “ applerine tüm özelliklerimizi girelim ve gönlümüzü vereceğimiz turnanın gözünü, boyunu, posunu, hobisini seçelim. Ya da dileyelim market rafları hazır pasta karışımları ile dolsun, çilek parçacıkları bile dahil. “Şekerim kolayı var,” bu cümle kaç kez metin yazarlarının kaleminden reklamlara oradan da üstümüze sıçradı acaba? Elbette zihnimizin bu karşılık bulamadıkça acı çeken beklentili halini kendine göre, kendisi için işleyen, bir tarla gibi defalarca süren çok şey var bu sistemin içinde, çilekli pastanın en büyük dilimi reklamlara gitse bile liste uzun, kabarık ve şaibeli.
“Belki kişinin, belki de tam da o beklediklerini beklemesidir, yanlış olan…”
Sadece dışarıdan gelen etkenlerin bir sonucu değil, zaten hali hazırda insan zihninde olan bir eğilim ve meyil söz konusu. Kuyruğunu kovalayan bir yılan hayatın döngüsü ve döngüleri. O kuyruk hep “bir garip uzaklıktadır.” Tantra’da ve tüm Hindistan inanışlarında yılan özel bir yer tutar. Sanıldığı gibi ya da Batı'da algılandığı gibi her zaman kötü değildir yılan oralarda. Omurganın köküknde, sakrum boşluğunda Şakti enerjisi uyur, aydınlanmanın enerjisi. 3 buçuk kıvrım halinde. Uyku, uyanıklık ve rüya hali; bilinç, bilinçaltı ve bilinçsizlik hali, Brahma, Vişnu ve Şiva; doğmadan önceki hal, yaşam ve ölüm hali: kucak kucağa, iç içe, kol koladır.
-yaşamasını sürdürebilmesini sağlayacak birşey olarak, gerçekleşmemesi gereken bir düştür, anlamı, yaşamının, kişinin…
Zamanı da temsil eder yılan. Zaman varolmak ile başlar. Kurulan bir çalar saat gibi. Yılan kuyruğunu yakaladığında yaşam durur, ister adına ölüm deyin ister doğmadan hemen öncesi deyin. Aradığın şeyi nihayet bulduğunda hayat da sona ermiştir. Yogada aydınlanma da, yoginin yolu da budur. Aydınlanan yogi, önce bir üstün mertebeye ulaşır. Aydınlanlanmamış olanların asla ve kat’a - sahtekarlık dışında- vakıf olamayacağı üstün yetenekler ile donanır. İsterse bir an görünmez olur ya da bir bit kadar küçülür bir diğerinin içne girer, isterse bir dev olur dünyayı avucuna alır, ister arşın ötesine uçar isterse yerin dibine girer de geri gelir. Düşünceleri okur isterse, leb demeden leblebi’lere vakıf olur. Gök katına, tanrıların yanına taşınır. Ve hatta sutralarda yorumlanır ki tanrılardan bile üstün olur, çünkü o deneyimin, sürekli bir kuyruğunu kovalamaca olan uzun maceranın cenderelerinden geçip bu mertebeye gelmiştir, tanrılar gibi hazıra konmaz. Yogi zamanın ötesine geçmiştir artık. zamanın ötesinde ne vardır? Hiç bir şey, yaşayan için hiçbir şey, yaşayanlar için hiçbir şey. Zamanın ötesinde ya da berisinde yaşam yoktur, ya sona ermiştir ya da henüz başlamamıştır. Her şey tektir, bütündür, Özne nesneden, Puruşa Prakriti’den, Yaradan Yar’dan, gören görülenden, kişi aynadaki aksından ayrılmamıştır henüz ya da yeniden bir olmuştur. Yogi ölüme gitmez, yaşarken aydınlanmak peşindedir zira. Ölmeden ölmek. Bunun içinse tersine bir kürek çekmedir onunki. Zamanın öncesine, henüz hiçbir şeyin başlamadığı bir kusursuz denge haline. Akıntının tersine doğru kürek çekmece. Aradığına hep “bir garip uzaklıktadır.”
Aradığı sonsuz huzur. O kusursuz denge yerinde yaşam henüz başlamadı. Sonsuz huzur var ise o sonsuz huzurun içine emilmiş sonsuz kaos da var demektir. Tanrı, ilk varlık henüz ben kimim demeden önce altından bir yumurta olarak kıyametin seller halinde akan tufan suları üstünde süzülmektedir, içerde sonsuz huzur dışarıda sonsuz kaos. İçerisi dışarısı olduğunu bilmez, dışarısı içerdekine bilinmediği için henüz yoktur.
“-Tek ve tam olması, olamadığıdır.”
Yoga da tam böyle bir yoldur, bizim gibiler için. “Hep garip bir uzaklıktaki” bir denge halinin yamacında kalabilme hali. Bazen yamaçtan yuvarlanırız, az öteye. Çok fazla savrulmadan, savrulduğumuz yerde çok fazla parçalanmadan, bize ait olmayan değer yargı ve ölçütlerine fazla kapılmadan, - mış gibi yapmadan, hakikatine çok fazla yabancılaşmadan geri dönmek. Biraz orada debeleniriz, sonra yine kovalarız kuyruğumuzu, “tam yakaladım” hali bir an’dan çıkar, büyür, bir sürece dönüşür. Bu hayatın kendisidir. Bu böyledir. Yakalamak ve bulmak üzere olmanın hali. Kolay olsaydı, bulurduk biterdi. Kusursuz bir sağlık istiyorsanız ya ölmüş ya da hiç doğmamış olmayı diliyorsunuz ya da sonsuz bir yaşam ise aradığınız aynı sözleşme masanızda duran ya da hiç yaşlanmasam diyenlerdeniz çok iyi bir fikir olduğunu ama yine bunun canlılığın kapsamında olmadığını söylemek isterim. Arzuladığınız varoluş haline ulaşılamıyor, kapsam yani zamanın dışında. Orada da hayat yok. Dünyayı yaratmadan hemen önce, ama tam hemen önce çöreklenmiş zaman yılanını kendine yatak yastık yapmış uyur tanrı Vişnu. Evren varolmadan az öncesidir. Pralaya uykusudur bu. Rüyanın bile olmadığı derin mi derin bir uyku. Az sonra tanrı uyanacaktır ve evren varolacaktır, göbek bağı ile ona bağlı olan Brahma ise bir lotus çiçeği üstünde oturmaktadır. Vişnu Brahma’da uyanır, Brahma gözünü açar “ben varım” der, gözünü kapar yoktur…
Zorluk içinden geçtiğim zamanlarda hatırlatırım kendime: Gözümü açıyorum dünya var, gözümü kapatıyorum dünya yok. Sevdiğim ve yapmayı önemsediğim, kendim ve diğerlerinin iyiliğine olduğunu inandığım hiçbir şeyi yapmayı bırakmadan.