Bir baş edemediğim üzüntü var, bir de baş edebildiğim. Bir baş edemediğim öfke var bir de baş edebildiğim. Bir baş edemediğim sevinç var bir de baş edebildiğim. İkisinin arasında bazen biraz zaman, bolca kendine telkin, bazen bolca zaman ve yine daha da bol telkin var. Muhtemelen ben de milyonlar gibi çocukken duygularım ile nasıl baş edebileceğimi öğrenemedim, muhtemelen değil çok emin olduğum şekilde ebeveynlerim bunu öğretmek için ya ulaşılabilir değildi ya da müsait. Şimdi her seferinde kendime öğretmek, kendime anne-babalık yapmak için biraz vakte ihtiyacım oluyor. Baş edemediğim hal ile baş edebildiğim hal arasında her seferinde bir çocuk doğurup sabırla büyütüyorum. O esnada ise vakti yönetemez oluyorum. Hele ki bu vaktin bir başı bir başkasına, herhangi türden bir ilişkinin diğer tarafına bağlı ise. Doğurup sokağa salanlar ile çocuğunu büyütmek için vakte ihtiyacı olanlar arasındaki gerilim işte böyle başlıyor. Ya fazla aceleci oluyor ya da fazla ağırdan alan. Dışarıdaki dünya ile içerideki dünyanın saatleri ayrı dilimde kalıveriyor. Bir bakıyorum ben Londra’dayım o Dubai’de, bir bakıyorum ben Tokyo’dayım o İstanbul’da. Cumbalı, çıkma balkonlu, bir zamanlar evet ama uzun süredir tadilat görmemiş eski bir evin yüzeyini kaplayan yemyeşil yapraklı bir asmayı hatırlatıyor bana bu durum. Zor bir ilişki biçimi ama güzel görünüyor. Dramatik ve duygulara hitap eden bir yanı var. Terazinin duyguların hücum ettiği tası yerle yeksan. O yerle yeksan olunca terazinin rasyonal tası da “darma” duman. Dharma, kişiye ne yapmasını ne yapmamasını, ne olmasını ne olmamasını söyleyen cetvel. Dharma’nın dumanı üstünde tütüyor. Fırından yeni çıktığından değil fırın henüz yıkıldığından. Kışın sobadaki odunların alevine ayar vermek için her kapağını açtığımda tüm yuttuğum bu dumanların ciğerlerimden sorulacak bir hesabı var diye endişeliyim. Ne de olsa eski insanların ömrünün kısa olmasının sebeplerinden biri ev içinde yakılan ateşin dumanını solumak diyor uzmanlar. Her şeyin uzmanı var, Ne çok uzman, ne çok şey var. Ben de bir yoga uzmanı olarak biliyorum ki her şeyin bambaşka uzmanları var. Ben bunun uzmanı isem diğeri tam olarak bunun uzmanı ise bu şeyden şüpheye düşesim var. Üstünde uzmanlaşılan şeye sorsan, dile gelse yoga veya her ne ise o şey, bu benim uzmanımdır diyemediği için herkes her şeyin uzmanı olabiliyor. İnsan olmanın uzmanı kim? Herkes. Uzmanlık alanım insanlık. Hem de büyük insanlık.
Yönetebildiğimi sandığım zamanlar üzüntülerimi alırım bir torbaya koyarım, biraz gezdiririm yanımda. Böyle çanta gibi. Baştan biraz ağır olur, hele de başka zor sokakların yokuşunu çıkıyorsam daha da ağır. Sonra alışırım yüke. Yük kendini hissettirmezken yük olmaktan çıkar. Zannederim ki üzgün değilim. Üzüntülerim yok. Gezerim, tozarım, bilmem dünyanın öteki ucuna götürürüm. Bavulum her seferinde havaalanı kontuarında tartıldığında benim tarttığımdan daha ağır çıkar. Havayolu şirketinden şüphelenirim. Şüphe mesela hafif bir duygudur, iyi anlamda değil bu hafiflik. Ayakların yere basmadığı bir hafiflik. Bir süre önce büyük bir araba kazasını ucuz atlattım. Tabi birtakım bedeller çıktı ama cansal değil malsal birimden. Arabanın lastikleri yeri tutmadı ve kaydım. Şüphe ettim. Acaba dedim fren yerine gaza mı basıyorum. Hızlanıyordu arabam. Halbuki gaza basan ben değil idim, viraj, eğim merkez, merkezden kaçan kuvvetin ittirmesi gibi türlü türlü gazlara aynı anda basılmıştı. Bariyerlere çarpmadan önce tüm hafifliği ile şüphe ettim. Bu gerçek miydi yoksa rüya mı görüyordum? Eğer şansımız yaver gitmez de bilincimiz açık iken aniden veda edeceksek bu hayata artık eminim son düşüneceğimiz şey bu, bu gerçekten oluyor mu yoksa rüyada mıyım? Uyanırsan rüya ölürsen gerçek, farkı tam olarak kim bilecek?
Sonra bavulu uçağa atıp dünyanın bir ucuna giderim, havam değişir, kafam değişir, hayat değişir. Kafamın içindeki üzüntü kırıntılarını bambaşka balkonlardan silkelerim. Sonra gece uykunun en karanlık yerinden bir rüya penceresi açılır. Sıkı sıkı kapalı sandığın bir pencere, tanıdık bir sokağa açılıverir. Sokakta bir gece vakti, bir sessizilik, bir kimsesizlik sarar omzunu. O sokağın başına bambaşka bir şehrin otobüsleri park etmiştir, sürücüleri kayıptır. Sonra işte asmanın yeşil yaprakları ile sarılmış, cumbalı, çıkma balkonlu o eski ev çıkar karşına. Tahta, suyu bozuk merdivenleri yavaş yavaş çıkarsın. Olmayı en çok istediğin evin içindesindir. Sofada siyah bir gölge oturur. Kadın mıdır ,erkek midir, yaşlı mıdır genç midir, bilmezsin ama sana hoşgeldin demez. Gel otur, geç köşeye, iyi ki geldin demez. Sen ha varsındır ha yoksundur. En üzücü şey belki de budur, canı gönülden davet edilmediğin evde kendini bulmak ve buyur edilmediğin halde kalmayı çok istemek. Odalara girmek istesen de sofadan ötesine adım atamazsın. Uyanır ve bavulundaki fazla ağırlığın ne olduğu hatırlarsın. Unuttuğun için yok saydığın, hatırlanır. Dünyanın öbür ucuna, orada hiç ihtiyacın olmayan bir yükü de getirmişsindir. Sonra onu taşımayı da öğrenirsin, bolca telkin ile, bolca ebeveynlik bolca kendini yeniden yeniden doğurma ile hayat devam eder. Sonra bir gün bambaşka bir rüya görürüsün. Olmak istediğin evdesindir, ama orası senin evindir. Sonra bir kapı açılır, daha önce orada olmayan ferah bir oda bulursun. Oda oradadır hep de kapı kayıptır. Odaya açılan kapının yerinin keşfidir asıl keşif, odanın kendisi değil. Evlerin kapıları bulunur, düşülen kuyulardan çıkılır. Bolca zaman, bolca telkin.
Aylardır zor zamanların nehri akıyor üstümüzden. Hiç mi iyi haber yok dediğim günler oldu. Günler geçiyor, bu günler de geçecek. Biliyorum nehir zaten orada, akıyor, akmaya devam edecek. Hatırlatıyorum kendime, nehirin burasından tesadüfen geçen benim, yoksa nehir gönlüce akıyor. Aynı nehirden 2 kere geçilmez demiş biri, ne nehir aynıdır ne de sen. Geçecek diyorum ben de bu nehirden geçmeler, geçecek sen, geçecek ben, geçecek 2 kere, geçecek sayılar, geçecek aynı da geçecek başka da. Yaşadıkça geçecek. 93 yaşını açık bir bilinç ile görmüş, daha 30'a varmadan sevgili eşini kaybetmiş babanemden gelsin yine; neler neler geçti, ey gidi, neler neler…
Biraz gözyaşı dökmek iyidir, hem bakın bakalım belki gözyaşınızın tadı değişmiştir.
Ey kervancı, ey kervan!
Leyla'mı nereye götürüyorsun?
Leyla'm, canım ve yüreğim olduğu halde?
Ey kervancı, nereye gidiyorsun?
Leyla'mı niçin götürüyorsun?