Bu yazı tam 3 sene önce 17 Ağustos’tan 1 hafta önce, bugün hepimizin paylaştığı büyük bir öfke içimden dışarı lav eriyiği gibi taşmak istediğinde yazıldı. Sonra insanları üzmemeliyim, öfkeyi büyütmek yerine onlara moral ve destek olamlıyım diye düşünerek yazıyı blog’dan aynı gün kaldırdım. Bizim yoga köyünün ve ışıltılı yoga dünyasının mahalle baskısı da budur işte. Pozitif olana bakalımcılık, acıtanı, üzeni, öfkelendireni değil “iyi tarafı” görelimcilik.. Ders saatlerine zam istediğinizde ya da sosyal haklarınız için talepte bulunduğunuzda yoga stüdyolarındaki diğer yoga hocası arkadaşlarınız sizi yalnız bırakmakla kalmaz, sizden uzaklaşır da. Sömürüyü açık etmek ve hakkını istemek ne de olsa stüdyo patronu yoga hocalarının ve onların favori hocalarının tekelinde olan “love speech” / sevgiyi büyütme” dışındadır. Hate speech’i büyüten “fazla sert” bulunan kişi ilan ediliverirsiniz. İşte birbirimizle üzülmeyelim, moralimiz bozulmasın, güzel şeylerden bahsetelim diye diye gerçekleri tüm çıplaklığı ile konuşmaya konuşmaya geldiğimiz yerde öyle ama öyle üzgünüz ki, tarifsiz bir acı içindeyiz. Bu yazıyı geri koyuyorum zira altına döşenen müzikler, kuran okunmaları eklenmiş, slow motion (yavaşlatılmış) görüntüler ile gittikçe soyut ve dramatik de bir acıya batar olduk. Yabancılaşma ve duyarsızlaşma kapı eşiğinde..
1999 17 Ağustos gecesinin kişisel bir hikayesi, çok kişisel hem de. Bir tanıklık. 6 Şubat’ın hikayelerini çok sonra duyabileceğiz belli ki. Bu sefer daha da büyük. Depremden 10 yıl sonra panik atak tedavisi için psikiyatristin karşı koltuğuna oturduğumda aklımda hiç deprem yoktu mesela. Durup dururken yüksek binaların içinde açık pencerelerin yanına gitmekten korkar olmuştum. Kendime hakim olamayıp aşağı atlarım diye. Bunun deprem ile ne ilgisi olabilirdi ki?..
Buyrun.
“Yetişkinlik suçluluk duygusu ile yaşamaktır.”
“Çocuğumu atıcam, tutun!” diye bağırdı 5. katın balkonundan. Başımı kaldırdım, karanlık, korku ile dolu silüet panikle balkondan sarkmış, iki kolunun arasında ana kucağında bir bebek tutuyordu. Hani attı atacaktı. Yanında karısı ağlıyordu. Refleks olarak kollarımı uzattım, tutmaya hazırlandım. Hani atsa tutacaktım. Kollarımı uzatarak verdiğim tepki kadar hızlı, atsa da tutamayabileceğim geçti aklımdan. Sadece 47 kiloydum, atsa belki kırılırdı kollarım. “Sakin olun” diye cevap verdim adama. “gaz kokuyor “diye feryat etti adam. Sesi kırılıyordu. Bir öceki “atın tutucam”dan daha korkuluydu. Hani ağlasa ağlayacaktı. Az önceki özgüven yerini çaresizliğe bırakmıştı. Belki de kendi sesindeki kararlılıktan kendi ürkmüştü. Atmak zorunda olamaktan. “Biz ölürsek ölelim, bari çocuğumuz yaşasın” dedi.
İşte erginlenme törenim başlamıştı. 18 yaşında idim, 4 ay önceki seçimlerde ilk oyumu kullanmıştım. Sola, daha da sola, diyen bir partiye. Henüz ülkede ne olup bitiyor bilmiyordum, solcu muydum henüz onu da tam bilmiyordum. Sorsalar anarşizm lakırdıları ederdim. Hem o yaz kızları yaşıtım diye yaz tatili için birkaç günlüğüne gittiğimde yanıma Anarşizm başlıklı kalınca bir kitap aldığımdan olsa gerek arkadaşımın babası bana anarşist diye de sesleniyordu. Ama bildiğim bir şey vardı, o da “sağcı” olmadığım idi. Geleneksel olan, şovenist olan, muhafazakarlık adı altında kadına karşı ve dolayısı ile tüm toplumsallığa karşı hep iki yüzlü olduğunu gözlemlediğim, çifte standartlı bir özgürlük ve namus anlayışı olan ne varsa içinde doğup büyüdüğüm ve etrafımın sarıldığı, işte ondan yana olmadığımı biliyordum. Ana haber bültenlerinde, sürekli birbirinden bet suratlı polisler tarafından acımasızca dövülen genç ve pırıl pırıl üniversite öğrencileri görüyor, gördüğüm karşısında hangi tarafta olduğumu çok iyi biliyordum, bir de sürekli bir “yardım ve yataklık” lafı duyuyordum. Bir gazetenin manşetinde tek kurşunla vurulmuş kundakta bir bebek fotoğrafı görüp üzülüyordum. Yıllar sonra o bebeğin kim tarafından nasıl vurulduğunu bir kitapta öğrenecek olsam da ülkede ne oluyor tam olarak bilmiyordum henüz.
Ama bir gecede dünyada ne olur öğrenmek üzereydim. Çocukluk bitiyor, bir yetişkin oluyordum. Bu topraklarda kadının üstüne düşen evlenerek ve çocuk doğurarak değil. Taze evli bir çiftin, yeni dünyaya getirdikleri bebeklerini, sıska kollarımı uzatarak tutmaya hazırlanarak erginleniyordum.
Tekrar “sakin olun” dedim, “gidin vanayı kapatın”. Adam “havaya uçucaz, çelik kapı kilitlendi açılmıyor” diyen adam, olur da çocuğu atarsa diye hala kollarımı uzatmış bekleyen bana yalvarıyordu. “Bebeği atmayın, tutamayabilirim” diyordum. Etrafta insanlar dibe çökük ama ayakta duran apartmanlardan, yerin altından çıkan zombiler gibi dışarı koşuyorlardı. Kendini dışarı atan şok içinde yana yatmış, yere gömülmüş binaların altında dev göz bebekleri ile etrafa bakıyordu. Uzaklardan çığlıklar, feryatlar geliyordu. 6-7 yaşlarından bir kız çocuğu bacağıma sarılıyordu. Ne tuhaf çocuklar korkunca büyüklerin bacağına sığınıyordu. “Panik yapmayın ve bir daha deneyin” dedim. Adam az daha sakinlemiş olacak ki balkondan sarkmayı bıraktı, ana kucağı ile kollarımın arasına atılmayı bekleyen bebek tamamen hayatımdan çıktı. Döndüm, bacağıma sığınmış olan küçük kız yine anne babasını soruyordu. Toprağın içine 1-1 buçuk metre gömülmüş apartmanlardan çıkarken insanlar tırmanıyordu. Bu tırmanışı, bana ondan tam 19 yıl sonra Hindistan Agra’da cenaze kaldıran, toprak yığınlarının üstünden tırmana ine yürüyen, beyazlar içinde ama beyazları toz toprak içinde yüzlerce insanı gördüğümde de hatırlayacaktım. Hala aynı şok ve dehşet içinde binaların altında duran insanlara seslendim “Şuradaki boş arsaya gidelim, binaların altı tehlikeli” diye. Onlarca insanı peşime takıp yolu geçerek arsaya çıktık. Gözü alan bir araba farının ışığında gördüm ki yüzlerce insanın pijamaları, ev ve uyku halleri içinde, bu hale dehşetli bir tezat içinde sağa sola koşturuyordu. Bu kadar çok korkuyu bir arada ilk ve şimdilik son kez görüyordum. Gözler kocaman açılmıştı ama herkes kör gibiydi. Çocukluğum boyunca sürekli bahsi geçen mahşer bu olmalıydı. Tam anlattıkları gibiydi. Ne görkemli bir yıkımın içinde olduğunu henüz farkında olmayan bu korku dolu gözler bunu gün ışıyınca görecekti. Şimdilik kördü. Korkudan herkes kör olmuştu. Sanki yaşadığım mahalle, muhit, semt ve sonunda şehir ışıkları parça parça yandıkça büyüyen bir sahne idi. Dev bir sahne. Battaniyeye sarılmış henüz kimlerin nesi olduğu kestirilememiş köşede yatan ölüler, kimin nesi olduğu bilinmiş, yıkanmak üzere sağlam kalmış 2 katlı ata evlerine yatırılmış ölü çocuklar, yardım isteyenler, yardım etmek isteyenler, arayanlar, kaybolanlar, çalanlar, korkup kaçanlar, korksa da kalıp insanları cam kırıklarının arasından çıkaranlar, hakim tarafından kırılmış dev kalemler gibi yerlere uzanmış minareler, bakkallarda kuyruk olanlar, çıplak kalanlar, arkaya bakan daireleri artık öne bakan çökmüş binalar, çukurlar; sanki tüm yüksek binalar yıkılmış, devrilmiş, toprağına çökmüş, selam verir gibi boyun bükmüştü ve gökyüzü açılmış; kesintisiz bir sahnede bir trajedya oynanıyordu. Benim erginlenme törenim. Sonra açıklanacak resmi rakamlara göre 17 bin, 10 yıl sonra açıklanacak resmi rakamlara göre 18 binden fazla insan benim erginleme törenim için ölmüştü. Binlerce insan enkazların altında çığlık çığlığa idi, sallandıkça daha çok dehşete düşüyor kimisi de huzur bulup ölüyordu. “Kimse yoktu” bir ben vardım dünyada. Tüm gösteri benim içindi, tüm sahne benim için hazırlanmıştı. Ben neredeysem dünyanın merkezi orasıydı. Bu benim törenimdi. Öyle yetişikin olmak dünyanın güneş etrafında kaç dönüşüne şahit olduğunda olmuyordu. İlk sallanmaya başladığında da sedece 5. katta, bizim yaşadığımız dairenin altında oluyor ne olduysa sanmıştım. Sadece bizim ayaklarımızın altında. İnsan denen “duyarga” ne duyuyorsa ne hissediyorsa sanıyor ki sadece ona oluyor, hayatının öznesi olmak gibi bir “kader” ile lanetlendiği için sanıyor ki kendisi bir kara delik. Olan ne varsa yok olmadan önce onun içinden geçecek. Ne oluyorsa diyorum ki çünkü ilk başladığında ne olduğunu bilmiyorum. Çok güçlü bir şey oluyor, ayakta durmak imkansız. Çok güçlü bir şey oluyor uyumaya devam etmek imkansız. Aslında rüyada sahil kenarındayım, alacakaranlık. Alaca karanlıktan çok daha koyu bir karanlık var, bir insan bu karanlık ama sadece kopkoyu bir gölge. Denize doğru bakarken deniz sallanmaya başlıyor, gök sallanmaya başlıyor, gölge sallanmaya başlıyor, gölge dizlerinin üstüne düşüyor ve dev bir hayvan böğürüyor. Can çekişen bir hayvanın sesi olabilir bu ses. Belli ki yerin altındaki dev yılan sadece kuyruğunu sallamakla kalmıyor, böğürüyor da.
Uzaktan, yerin altından değil ama çok uzaktan gelir gibi babamın sesini duyuyorum. Hayvanın böğürtüsü sandığım şey “kızım” kelimesinin korkunç bir gürültünün içinde yitip yitip yeniden yükselmesi. Bir süre sonra, muhtemelen birkaç saniye sonra, beraber birkaç denemeden sonra koridora çıkacağız. Bir el tarafından sıkılıp sıkılıp bırakılan bir plastik topmuş gibi bina, tavan üstümüze gelip gelip geri çekiliyor. Yıkılmamak için dirayet neymiş ben o duvarla tavandan öğreniyorum o gece. Baba, diyorum, ne oluyor? Elimde yastık kafamın üstüne tutsam da bilmiyorum bildiğimi. “Zelzele” diyor babam. O sırada babamın kolunun altında, kafamın üstüne tuttuğum yastık ve titreyen çenemde birbirine çarpan dişlerim ile hala çocuğum. Çocukluğun son birkaç saniyesi…
Binada ilk çıktığımda takılıp düşüyorum. Bir bakıyorum, apartman yıkılmamış ama bir çocuğun eli ile kuma oturttuğu bir kavanoz gibi kendi toprağına biraz daha derine gömülmüş. Hemen karşıdaki apartmana bakınca görüyorum ki diğer apartmanlar bizim içinde olduğumuz yapı kadar dirayet gösterememiş.
4. kattan inmeme rağmen sokağa ilk çıkanlardan biri olmama şaşırıyorum. İlk katı tamamen ortadan kaybolmuş, üst katın balkonunun alt katın zeminine oturduğu dairede yaşadığını bildiğim küçük kız, ilk gördüğü insana, bana doğru koşuyor, bacağıma sarılıyor. Benden anne, babasını soruyor. Üst üste binmiş balkonlara bakıyorum, durum pek ümit verici değil. Cevap veremesem de minik elini sıkı sıkı tutuyorum. Balkondan düştüğünü söylüyor. Dışımdan “Yanımda kal” diyorum, iyi ki düşmüşsün diyorum içimden, iyi ki o balkondan düşmüşsün. Çok güzel bir kız çocuğu, saçları toz içinde, yüzü toz içinde. Saçını okşarken o çığlığı duyuyorum,
“Çocuğumu atıcam, Allahını seven tutsun.”
Küçük kızın elini bırakıp kollarımı uzatıyorum. Erginlenmeye hazırım.