Yogabakkalı Ocak 2023 Bakkal Mektubu

Bilgi seni sonsuza dek değiştirir.

Gözün daha önce görmediğin bir şeye değdiği an olur hem de bu. Büyük bir araştırma hastanesinin, anca 3 ay sonrasında kavuşulmuş randevusu için, ultrason odasında pantalonsuz oturuyorum. Fabrikalardaki bant sistemi gibi işleyen hasta randevu sistemi yüzünden doktor bir önceki hastanın raporunu yazıyor henüz. Ben iç çamaşırımla, bacaklarımı toplamış, yeni bir çarşaf serilmiş gibi rulosundan açılan kağıt havlu ile bana özel hazırlanmış yatağın üstüne tünemiş, kulağım içerden gelen klavye tıkırtısında, gözüm metal ince yapraklı jaluziler ile kapanmış pencerede. Sıkı sıkıya ve özenle kapatılmış jaluziler. Aman kimse kimseyi çıplak görmesin. Aklıma kalın bir romanda okuduğum bir cümle geliyor, “Hindistan’da kimse tamamen çıplak olmaz, hiçbir zaman,asla” Kitaptaki kahraman şortu ile duş alması gerektiğini böylece öğreniyordu. Dönelim biz masanın üstünde altı çıplak doktoru bekleyen bana. Jaluzilerin yanında sarkan zincilerinin ucunda birer tane “açacak” asılı. Hani şu basınçlı cam şişelerin, bira olur soda olur, metal kapaklarını açmak için kullandığımız. Hem de üç tane…!

Tabi bir anlık, bilemedin belki 30 saniyelik bir yanılgı bu. Zira 2 hafta önce Urfa’da bir marketin kasasındaki kasiyerin gösterip gösterip benim bir türlü göremediğim, duvardan sarkan ip ile bağlı açacak; gördükten sonra beni değiştiren sade, metal, boyasız, şeffaf kalın bir iple bağlı açacak…  Jaluzilerin çekme zincirleri üstündeki kollar dikkatimi çekiyor. 3 adet jaluziye bağlı üç adet zincir ve 3 adet tutmaç. Aslında bunların açacak değil de jaluzileri toplayan zincirlerin tutacakları olduğunu anlayıveriyorum. İlahi Hilal diyorum kendime, nerden çıktı şimdi bu duvarda asılı açacaklar görmek?

Urfa’dan çıktı. Ne gezen ne okuyan değil, ne gezen ne de okuyan.. Bir sosyal medya hesabı paylaşımı altında görmüştüm şöyle bir yorum: en çok cahil bilir. İnsan anlıyor. Zira bilgi seni sonsuza dek değiştiriyor, hiç değişmedi isen o kadar emin olursun ki kendinden. Bir çocuğun  naif ama sağlam kendine güveni bir yetişkin de o kadar sempatik durmuyor ya, cahilden bahsi keselim isterdim ama bunun tam da benzerini yoga dünyasında görüyorum. Bir şey ne kadar popüler ise o kadar doğru ve iyi gibi bir anlayışa kapılıyor gibiyiz tüm iyi niyetimizle ama bir şey ne kadar popüler ise kaçınılmaz olarak o kadar sığlaşır sevgili okuyucu. Kaçınılmaz olarak... Asgari müşterek dediğimiz bir pastanın etrafında kalabalıklar buluşur, pasta herkesin damak tadına uygundur. Hem çikolatalıdır hem fıstıklı hem çikolatalı değildir hem de fıstıksız. Herkes ayrı bir pasta dilimi yer ama aynı pastayı yiyormuş gibi davranır zira birisi bunun aynı pasta olmadığını ve hatta beğenmediğini söylerse o grupta dışalanıverir. Kral çıplak diyemez kimse. Zira kimse aslında pasta diliminin peşinde de değildir, pastayı paylaşan o kendi gibi güzel insanlar ile bir arada olmak istemektedir. Zira insan da diğer primatlar gibi sosyal bir temsiliyeti olmadan pek kolay ne hayatta kalabilir ne de mutlu. Tam da kendi seçtiği gibi bir aileye ait olman için yoga grupları harika yerlerdir. Aynı geleneksel ailelerde olduğu gibi kol kırılır yen içinde kalır. Gruptan biri sadece pastayı beğenmediğini ya da daha fecaati grubun erk ve iktidar sahipleri tarafından kremasının istismar edildiğini söylerse aileden dışlanacağını bildiği için susar. Susar da susar. Ta ki 100. maymuna kadar.

100. maymun kimdir?

100. maymun hikayesi patatesleri, rahatsız olsa da, kumlu kumlu mideye indiren bir grup maymunu anlatır. Ta ki bir gün bir maymun, 100. olan o maymun, patatesleri denizde yıkar ve öyle yer. Bunu gören diğer maymunlar da artık patatesi kumlu yemeyi bırakır ve 100. maymundan öğrendikleri şekilde patates yemeye başlarlar. Bilinç düzeyinde, alışkanlıklarda, öğrenilmiş çaresizliklerde bir sıçramayı temsil eder 100. maymun.

100. maymun jaluzinin açacağa benzeyen tutma yerini, o güne kadar kapakları açamadıkları için yaptıkları gibi şişeleri kırarak, ağız burunları kan içinde kalarak sodasını içmek yerine açacak olarak kullanıp şişeyi açıp sodasını öyle içen maymundur. Ve inanın 100.maymun olmak hiç de kolay değildir. 100. maymundan sonra diğerleri de şişeyi böyle açmaya başlar. Ben de ben de der. beni de taciz etti, beni de kullandı, bana da hakaret etti, bana da tecavüz etti, benim de yıllarca emeğimi sömürdü. Şivananda yoganın gurusu, Remski’nin 1960’ların ünlülerce gazlanan yoga patlamasının katalizörlerinden olarak tanımladığı Swami Vishnudevananda, en yakınındaki asistanı akıllı, güzel ve iyi eğitimli kadını  ve ona benzer diğerlerini yıllarca suistimal ettiği ortaya çıktığında herkes şaşırdı. Sadece cinsel ihtiyaçları için değil her türlü kaprisle ve emek sömürüsü ile Julie Salter adlı kadına, ölene kadar 10 yıl boyunca, kendi uzantısı hatta bir uzvu gibi davranmıştı, ki Julie gibi mağdur diğer kadınlar da otoritelere kafa tutacak kadar da gözü pek bir kadınlardı, ama işte kıçını bile tutamayan bir ihtiyarın bunu kendisine yapmasına izin vermişlerdi. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Bilin bakalım bu swami öğrencilerine neyi yasak etmişti. Cinselliği…

Pek çok takipçisi reddetti bu iddiaları, bu iddiaların sahibi kadınlara suçlayıcı ve aşağılayıcı bir şekilde saldırdılar. Peki bunca insanı, bunca havalı, hoş kadını ve erkeği bu adamın etrafına toplayan özelliği ne idi? Uçuruyor muydu, kaçırıyor muydu? Belki de bu adamla bir gece yatıyordunuz ve aydınlanıyordunuz, yeterince adil bir anlaşma değil mi? Büyük bir arzu duyduğun aydınlanmaya giden yol için gerçekten arzu duymadığın hocan ile yatsan, fırsat maliyeti açısından belki de değer bir kurban etme eylemi. Ama burda olan sadece bu değildi. Bu adamın etrafına her geçen gün daha fazla insan toplanıyordu, zira bu adama değil bu adamın etrafını saran kendileri gibi ya da tam da olmayı arzuladıkları gibi güzel, çekici, cömert ve parlak insanlara çekiliyorlardı. Çünkü “Tarikat, bir insanın en iyi tarafını alır. Ona katılanların fedakarlıklarını, gençliklerini, şefkatlerini, disiplinlerini ve çalışma dürtülerini alır ve işe koşar. Kendini bu insanların en iyi taraflarının enerjisiyle allar pullar. Sömürülen sadece cemaatin üyesinin emeği ya da özeni değildir, aynı zamanada tarikatın liderinin kendisinde olmayan erdeminin ona inananlarda olmasıdır. Adanmışların -kurucunun çok da bağlı olmadığı- ideallere olan inançlarının ve bu ideallere adanan hizmetlerinin görünürlüğü, etkisi ve iyilikleri de grubun ya da organizasyonun temel sosyal ve ekonomik değerini inşa eder.“* Yoksa o grubu kuranın sözü ya da yüzü değil o söze ya da yüze değer verenlerin yüksek erdeminin ve adanmışlığının ışığıdır çekici olan.

Diğerleri işte bu şekilde bu grubun, bu parıl parıl insanlardan mütevellit ailenin parçası olmak istiyorlardı. Oluyorlardı da. Sonra bir istismar ile karşılaştıklarında bunu önce kendilerine bile itiraf etmiyorlardı, zira işte tam da bu tatlı aileden dışlanmak ve aforoz edilmek istemiyorlardı. pek çoğunun iyi niyetler diyebileceğimiz, ki cehennemin yolları gerçekten iyi niyet taşları ile döşeli, motivasyonlar ile sessiz kaldığını tahmin edebiliyorum.  Ama bazıları Bikram’ın marifetlerini anlatan belgeselde konuşan - böyle insanlar ile Mevlana’nın işaret ettiği gibi ne iyinin ne de kötünün ötesinde buluşmak istiyorum- genç adam gibi sırf bir yoga stüdyosu açmak uğruna arkadaşına edilen tecavüze sessiz kalacak kadar da zombileşebiliyordu. Zombileşmiş demişken, popüler olanın sığlığına geri dönmek istiyorum. Zira herhangi bir şey popülerleştikçe sadece sığlaşmıyor, etrafında dönen para ve emtia da artıyor ve böylece yozlaşma da ivme kazanıyor. İşte ben buna herhangi iyi bir şeyin zombileşmesi/zombileştirilmesi diyorum. Bir çeşit kanser. Sağlıklı, dayanışmacı, işinde gücünde hücreler bir anda zombileşip oksijene bile ihtiyaç duymadan hayatta kalır oluyor, saldırganlaşıyor ve yerini, haddini, sınırını bilmeden istilaya başlıyor. Kanser tüm sisteme yayılmaya başlıyor. Sonra neyse o sistemin adı hasta oluyor. Tıpkı kapitalist sistemin belli araçlar ile bir güzel normalleştirdiği gibi, sermaye sahiplerinin karları özel oluyor, kar onların cüzdanına doğru hareket ediyor ama riskler ortak, bir finans kuruluşu battı mı kamu fonları, vergilerin de içinde olduğu kaynaklar ile kurtarılıyor. Daha fazla kazanmak - ister popülerlik ister para ister egosunu okşayacak türlü türlü araç- için risk alanların hatalarının  bedelini  hep birlikte öder oluyoruz. İşte tam iyi ile kötünün ötesindeki buluştuğumuz yere böyle geliyoruz. Aynı gemide batıyoruz, halbuki gemiyi batırmak için herhangi bir teşebbüsü olmayanlar ile gemiyi iyice batırmak için elinden geleni ardına koymayanlar ile bir güzel dibe doğru, çamura doğru, bataklığa doğru, açıkça söylemek gerekirse boka doğru batıyoruz. Yok canlar yok. Bizler nilüfer çiçeği değiliz. Çamurda olsak da kirlenmeden kalan, kendini temizleyen nilüfer çiçeği, diğer adı ile lotus bir bitkidir. Bizler ise iyi ile kötü arasındaki, doğru ile yanlış arasındaki ayrımı gayet iyi bilen, bu doğrultuda iradi ve sorumluluk sahibi seçimler yapabilecek şekilde beyni, neokorteksi gelişmiş canlılarız. Eğitimlerde omurgayı anlatırken hep hatırlattığım bir şey var. 2 ayak üstüne kalkan insanın, yeryüzüne, yuvasına dik omurgası bir şey anlatır, hem şeklen hem sembolik olarak hem de evrimsel olarak. Bu sayede -ve başka da etkiler ile elbette- neokorteks bu kadar gelişkindir ve ön alın lobu dediğimiz en harika ve bir o kadar en fecaat marifetlerimizin kaynağı bu lob’dur. Marifetinin harika mı yoksa fecaat mi olduğunu herkes çok iyi bilir, ön lobunu iyice susturmayı bilenler, orta beyin yani duygular ile hareket edenlerdir, ki bu da manidar bir şekilde bir reklamdan aklımıza kazınan bir sloganda olduğu gibi “tamamen duygusal” sebepler ile kolayca oluverir. Sürüngen beyni ile yaşadığın düzey de işte o bir başka meşhur ve kirli işaret etmeyi akla getirir “nefes alsa yeter” Ama insan omurgası onu iki ayağının üstüne kaldırmakla kalmaz, ona gök kubbeyi işaret eder. Artık insanın muradı gökyüzüdür. Tanrıların katı. Bir üst boyuta taşır insanın bilincini. kendisin ve başkalarının kaderine hükmetme şansı, ihtimali ve bir o kadar da sorumluluğu: Bu bilinç ki artık sadece kendinden mesul değildir zira.

Peki kahraman kimdir?

Seneler önce çok sevdiğim bir yoga hocası arkadaşım, yine böyle dertlendiğim bir gün bana şöyle demişti, kendi hocasından alıntılayarak “yogayı sen mi kurtacaksın!?” Yine bu "kahraman" sinyalini büyük bir stüdyonun ortaklarından bir başka yoga hocasından da almıştım. Günümüzde kahramanlığın bir çeşit tepeden bakma, aşağılama hatta hakaretengiz bir tınısı olduğunu seziyorum kullandılığı cümlelerin anlam sepetinde. Bu şekilde kullananları ise çok iyi görüyorum. Bir keresinde doblo’suna yasladığı kadının boğazını sıkan bir adama yüksek sesle itiraz ettiğimde ve karşı durduğumda beni tutan, kendininin etmesi gereken itirazı ben etttim diye, o kadın düşmanına değil bana içlenen, işinde gücünde bir erkek demişti bana, “tamam tamam kahraman oldun işte” diye. Halbuki bırakmalı ve ulu orta bir yerde, güpegündüz bir kadının gırtlağını sıkılabilecek kadar rahat olmasına izin vermeliydim bu dünyanın. Akışta kalmak da bunun gibi bir şey olsa gerekti.

Hayır yogayı ben kurtarmayacağım ama boka batmasına da gönlüm razı değil. Hayır kişisel bir hikayede kahramanlık peşinde değilim ama şu üç günlük güzel mi güzel dünyada yardıma, desteğe ihtiyacı olana neden elimi uzatmayayımdı? Neden dayanışma içinde olmayalımdık ki? İhtiyacımız olduğunda gelmesini dilediğimiz türden bir yardım elini bir başkasına uzattığımızda kahramanlık değil sadece “insan olmak” peşindeyizdir. Balıklar akışta olabilir, ayılar akışta olabilir, yaban kazları akışta olabilir ama tam da dünyanın seçimlerinin birikimi artık ne balığın, ne de ayının ne de yaban kazının akışta olmasına izin veriyor. Bu sene ayıların kış uykusuna yatamadığını duydunuz mu? Size bu satırları 18 derece olan güneşli bir ocak gününden yazıyorum. Ya akış, küreselleşmiş kapitalizm denen sistem tarafından tarumar edildi ise sevgili okur, akış sandığımız şey aslında sermayenin akışı ile şekillenen, onun yatağını değiştirdiği yönde akan bir akışsa? Japonya’da bedavaya alınan krediler ile Londra’da yapılan karlı yatırımların gözü Endonezya’daki ormanları yok eden palm yağı üretimine döndüğünde Mordor’un gözü gelsin aklınıza. Mordor’un gözünün döndüğü yerde son yuvası olan ağaca tırmanmış bir orangutan akışta mıdır sahi?

Çaresizlik anlarının, dakikalarının, saatlerinin, günlerinin ve aylarının kekremsi tadı çaresizliği yaratan durumun kendisinden ziyade -siz’liktedir. “Biz” ile olabilecek olanı -siz’lik ile bir doblo kasasına yaslayıp boğmalarına izin vermemizi dolaylı ya da direk söyleyen her türden tatlı yalana uyanık olsak mesela?... Başlamak için harika bir yer.