Yogabakkalı Nisan Mektubu

Al şu mükemmel olmayan beni, mükemmelleştiricilere götür mükemmelleştiricilere mükemmelleştirtmeden getirme. 

Sabah saat 07:00’de kalkıp halledilecek işlerimi halledip, kahvemin yanında kitap okuma ritüelimi gerçekleştirdikten ve kahvaltımı yaptıktan sonra saat hala 10:00 idi. Yeni güne, yeni haftaya ve hatta yeni aya bakıp daha ne kadar çok vaktim var gün bitmeden önce diye düşünüyorum. Ama bir yandan da olmadığını seziyorum. Gün yine göz açıp kapayıncaya kadar geçecek, akşam olacak sonra gece ve nihayet yeniden sabah. Aynı his, bildiğimle sezdiğim arasındaki birbirine oturmayan ve ne yapacağımı bilemediğim boşluk önceki gün beni bir başka kılıkta yoklamıştı. Birinci seviye Yunanca sınavını yaparken. Bilenler bilir belki ama kısaca özetliyeyim, Yunanaca’da bolca “i” sesi, iki de “o” sesi var. Bizim bildiğimiz “u”, “y”, “ı” harfleri ve “oi”, “ei” kombinasyonları hep “i” diye okunuyor mesela. Ve dün bildiğim kelimeleri yazarken hep o bilemediğim hissi ile, kesin buradaki “i” bu değildir diye diye sınav bittiğinde kalan his şu idi: “biliyorum ama aslında hiç bilmiyorum”. 

“Daha çok vaktim var ama aslında yok”

“Bunu istiyorum ama aslında istemiyorum”

“Onu seviyorum ama aslında sevmiyorum”

Bilgimiz, kararımız, tahminimiz doğru olsun istiyoruz ama “ya değilse” diye için için kemiriliyoruz. Ne tarafından? Emin olma isteği tarafından. Hakim olma ve kontrol edebilme isteği. Halbuki kontrol sadece bir illüzyon. Kısmen ya da tamamen kontrol edebildiğimiz, edebileceğimiz ya da etmiş olduğumuza dair bir illüzyon. Siyah Kuğu filminin sonuna doğru bir sahnede başroldeki karaktere can veren kadın oyuncu şöyle der: “Ben mükemmeldim” O sırada ağır yaralı bir şekilde sedyede yatmaktadır mükemmel olan. Mükemmeldir - en azından bir süreliğine mükemmel olmuştur- ama mükemmelliğini kontrol edememiştir. Mükemmelliğini delik deşen eden de yine kendisidir. 

Yoganın 8 basamaklı yolunda 2. basamağının sonunda, asanaya gelmeden yani bugün yoga deyince ilk aklımıza gelen yoga pozlarından hemen önceki kavşakta, karşınıza svadhayaya çıkar. Kişinin kendini her anlamda ve her şekilde eksiksiz bir şekile çalışması ve bu çalışmanın sonunda bilmesidir. Kendini sürekli deneye tutmaktan ziyade yaşam ile hemhal olurken aktörü olduğu deneyimlerin aynı zamanda gözlemcisi olarak, bu deneyimlerin içinde kendini tarafsız bir şekilde izlemesidir. Bu tanıklıktan edindiği bilgi ile kişi kendini tanır. Sadece matın üstünde değil. Kişisel ya da toplumsal ilişkileri içinde de. Yani bir toplu taşıma aracında birisi ayağımıza bastığında verdiğimiz tepki kadar bizzat kendimiz bir başkasının ayağına bastığımızda bize verilen tepkiye karşı tutumumuz da buna dahildir. Matın üstünde “kabil olmadığımız” ile ya da “kolaylıkla üstesinden geldiğimiz” ile kurduğumuz ilişki ile başlar. İlk adımı bedenimiz ile kurduğumuz ilişkidir. Bakın etrafınıza; matın üstünden suyunun sıkılmasından keyif alan insanlar size ne anlatıyor? Yoga hocası tarafından parçalanmaktan haz alan yüzler gördü bu fani gözler. Matın üstünde mesela sen kmsin bu yazıyı okuyan? Hadi zor yerden soralım: Çok sevilen ya da arzu edilen bir şeyi kaybederken ya da kazanırken yine biz kimiz’dir?

Sahi gerçekten kimim ben? Bir yoga dersinin öncesinde matın  üstüne yerleşmiş, pratiğe talip olmuş kişilere salık verdiğim nasihatlerin neresinde seyrediyorum? Nefesini dinle derken kendi pratiğimde bangır bangır müzik mi açıyorum; vuku bulan hislere samimiyetle bak derken akıllı telefonumun çok iyi kalitede çekim yapan objektifi karşısında yoga yaptığımda pozun görünüşü ile mi ilgileniyorum; birilerine aman ahimsa deyip, -8 basamaklı yolun “zarar vermeyeceksin” diyen ilk adımı- tembih ederken; sulu sulu biftekleri kızarttığım pornografik IG hikayeleri mi çekiyorum; zihnimi öyle bir eğittim ki istesem su bile içmeden yaşarım derken bütün gün kahvesiz adım bile atamaz durumda mıyım ya da brahmanizmin ayrılmaz unsurlarından, binlerce yıllık çilecilik geleneklerinden belli sebeplerle cazibe yaratan uygulamaları- örneğin oruç ya da cinsel perhiz- cımbızlarken binlerce liralık matların üstünde takla mı atıyorum? Sözlerim, yazılı kelimelerim  ya da sosyal medyamdaki renkli videolarım mi anlatıyor beni yoksa eylemlerim yani pratiğim mi? En basiti anne ya da babam ile kurduğum ilişki pratikte nasıl?

Tüm bu sorular “ben kimim?” sorusunun farklı varyasyonları. Ben kimim’i kazma kürekle iyice kazdıktan, farklı çağların toprak katmanlarında dolanmış köklerine baktıktan bir sonraki adım anlamını buluyor: İşvarapranidhara. İşvara*’ya inanıyorsan İşvara’ya, tanrı’ya inanıyorsan tanrıya ya da toplumsal ya da doğal şartların kombinasyonu dersen ona yaslanmak. En basit formülü: Elimden geleni yaptım, gerisi benden öte, benim dışımda. Şimdi arkama yaslanma vakti. Arkaya ister bir tanrı koy ister kendi vicdanını. Olabilecek olan mı sınırın yoksa sınırları dağıtarak mükemmelleştirmeye çalıştığın yerde misin?

İkincisi ise beyhude bir yerdesin. Tükendiğin, tükettiğin yerdesin. Sen tanrı değilsin ya da işvara ya da kendin dışındaki tüm o belirleyici şartlar yumağı. Delik deşik bir yer orası. Fani beden ve zihin sahipliğimiz ile sahip olduğumuzla tıkamaya çalıştıkça dağılacağımız bir yer. 

Bir gün bir biyopsi sonucunu almaya gidiyordum, hastanenin dev girişinden girdikten hemen sonra, orada ne için bulunduğu malum yüzlerce insanın arasına karıştıktan sonra olası sonuçtan bir an korkuverdim. Ya kötü huylu bir tümörse diye. Kötü bir durum ile karşı karşıya olduğumuzda ya da o durumun içinde kendimizi bulduğumuzda aklımıza ilk gelenin “neden ben “ sorusu olduğu söylenir. Öğrenilmiş bir isyan etme biçimi. Neden ben diye soran sese daha derinde bir başka cevap gelmişti “neden ben değil?” 

Ve belki de burda soru şu olmalı:

Ben ne değilim? 

Şununla başlayalım.

Mükemmel değilim.. 

Tam da olması gerektiği gibi..