Yogabakkalı Mayıs Mektubu: Dekoder 2

“Hayatın amacı kendi kalp atışını evreninki ile uyumlamaktır, kendi doğanı doğanınki ile.”

Joseph Campbell

Size bir gezi notunu iki farklı versiyon ile anlatacağım şimdi. Ocak ayı boyunca Datça’nın bir köyündeydim. Her fırsatta dışarıya çıkıp uzun yürüşler yapıyordum ve bu yürüyüşlere biraz keşif biraz yoldan çıkıp kaybolmaca da eşlik etsin, hoşuma gidiyordu. Bir gün araba ile markete giden anayoldan giderken solumda zeytin ağaçları ve kayalar ile süslü bir tepe dikkatimi çekti. Dikkatimi çeken tepeden önce tepenin bacasındanmış gibi ağır ağır yükselen duman idi. İlk versiyon burada başlasın dostlar…

Duman sanki beni çağırır gibiydi, ateşi birinin benim dumanı görmem için yaktığını hayal ettim. Ve kafamda kurdum, bir gün buraya gelip arabayı şu köşeye park edip dumanın geldiği tarafa doğru yürüyecektim. Ve o gün, bazı yerlerde çatıların uçtuğu, rüzgar ve yağmurun yatak odasında hemen yatağımın başucundaki penceremi zorladığı, ıslık sesi ile incecik içeri sızdığı bir gecenin sabahında geldi. Hava durumunu kontrol ettim, az bir yağış vardı ama buraların rüzgarı sayesinde hava çok hızlı açıp çok hızlı kapatabiliyordu. sadece hava durumuna bakmakla kalmadım elbette, gökyüzüne de baktım. Bulut trafiği ne alemde diye. Şartlar uygundu. Arabaya bindim, arabayı planladığım gibi park ettim. Önce taş dökülmüş yoldan yürümeye başladım. İyi güzeldi de asıl güzellik yolu olmayan sağım solundaki ağaçlık alanlarda idi. Taşlı yol uzadıkça uzadı, bir kere yoldan çıktım ağaçların altından yürümeye kalktım ancak önceki akşamın yağmuru ve toprağın yeni sürülmüş olmasından dolayı batıp çıkıyordu. Biraz zorlayıp aradığım işaret gelmeyince uzatmadan taşlı yola döndüm. Bir süre sonra sağımda bir traktörün gide gele ama öyle çok da sık olmadan ama yine bir iz ve yol yaratacak kadar sıklıkla sürülerek yarattığı bir yol gördüm. Yemyeşil, ağaçların ve dizilmiş taşlarla kısmen ayrılmış bahçelerin arasından ilerliyordu. Yol beni çağırdı. Ben de çağrıyı aldım, yola girdim. Ama ne güzel yol, birbirinden şekilli ağaçlar, çimenler, taşlar, kır çiçekleri ve bir insan kulu dahi yok. Bir çeşit nazarımda kişiye özel cennet. Yol beni çağırmıştı ya cennet de benim içindi. İlk şifre çözülmüştü. Buyrun cennete girmeye hak kazandınız. İlerledikçe hava kapamaya başladı, ışık azaldı, bulutlar kat kat binmeye başladı ve rüzgar sertleşti. Ben de oldukça ilerlemiş, az ötesi deniz midir, buradan denize çıkılır mı diye düşünürken minik minik yağmur damlaları ile yürümekten sıcak tenimle yüzümde buluştu. Baştan damlalar o kadar ince idi ki emin olamadım ve ıslanmayı çok da umursamadan ilerledim. Hava sertleşirken yolda birkaç tane bahçeli ev göründü. Tavuklar ve horozlar yavaş yavaş yağmurdan kaçar olmuştu. Ben de montumun ne kadar suya dayanaklı olduğunu hesap ederek son kısmı da biraz koşsam diyerek geri dönmeye karar verdim. Önceki gecenin fırtınası az buz değildi. Daha birkaç adım atmıştım ki yağmurun sandığımdan çok daha fazla yağacağı anlaşıldı. Derken yarı açık bir kapı gördüm, kapının içinde dar bir alana park edilmiş bir traktör. Yanında bir çatı. Bir başkasının bahçesine gitmekten biraz çekinerek girdim ki kapı yarı aralık olmasa açıp da girmez idim. Yağmur şiddetini kaybedene kadar çatının altında bekledim. Tam da zamanında diye geçirdim içimden. Onca yol ağaçtan taştan başka bir şey yoktu yolda ve tam da yağmurun bastırdığı havanın soğuduğu anda bu çatı ve yarı aralık bırakılmış bahçe kapısı. Benim için biri günler önce ateşi yaktığı gibi, şimdi de birisi bu çatıyı benim için çatmamış olsa da en azından kapıyı açık bırakmıştı. her şey olması gerektiği gibi idi. Benim için hazırlanmış gibi. Gibi mi at o gibiyi. Bir de yanımdaki mini traktörün üstünde yazıyı görmemle büyük planın merkezinde olduğumu kavramam bir oldu: Altar. Bu da mı gol değil? Spiritüel bir goldü işte buz gibi. Yağmur dindi, güneş açtı. kendimden memnun ve dünyanın merkezinden geri, geldiğim harikulade yolu daha harikulade bir ışık altında geri yürüdüm…

Eğer ki her şeyde bir mana, önceden hazırlanmış bir düzen arar iseniz işler yukarıdaki gibi yürüyor. Egomuzu besliyor da besliyor. “Ben” altından bir heykel gibi hayatımızın avlusuna bir put olarak dikiliyor.

Bir de şu versiyon var: Senelerin getirdiği bir sezgisellik ile o yola girdim. İyi ki de girdim. Kimsenin olmadığı, cennet bahçesinde gezer gibi derinlerine indim. Tam da yağmur şiddetlenip rüzgar soğuk ve sert esmeye başladığında yolun yanında bir-iki ev ve evin korkak tavukları ile karşılaştım. Yine sezgi ve deneyimlerime güvenerek daha fazla ilerlememeye, feci bir şekilde ıslanıp hasta olma riskini (bir köy yerinde, soba yakarak ısındığınız bir evde tek başınıza kalıyorsanız hasta olmak istemezsiniz) azaltmak için dönmeye karar verdim. Dönerken yarı açık sürgülü yeşil kapıyı gördüm ve içeri süzüldüm. Sahibi gelirse minik bir açıklama düşündüm ve bir çatının altına sığınabilmiş olmak beni o kadar mutlu etti ki havanın sakinleşeceğine derinden güvenerek bekledim. Gökyüzüne baktığımda belliydi ki rüzgarın geldiği yöndeki gökyüzü açıktı ve bulutlar da hafifti. Yağan yağmur ile manzarayı izledim. Durduğunda çok berrak bir güneş de açmaya başladı. Zaten cennet gibi olan yürüyüş rotasında her şey daha güzel, daha parlak ve daha kutsal görünüyordu. Ve ben şükür, minnettarlık içinde yolu geri yürüdüm. O kapıyı farkında olmadan açık unutmuş ele teşekkürlerimi sundum, çatıyı çatana, bu ağaçları etrafıma dizen doğaya, oradan gele geçe yolu belirginleştirmiş traktöre, yağdığı kadar yağmaya ara verip yolumu kolaylaştıran yağmura. Hiçbiri benim için yapmamıştı bunu, her şey kendince kendiliğince ilerliyordu ve bu akışın içinde ben ancak çok şanslı olabilirdim ancak olmakta olana derinden bir güven duyabilirdim, ancak derinden duyduğum güveni bunca yılın sezgi ve deneyimleri ile besleyebilirdim. Günün sonunda bana kalan o günün bu kadar güzel geçmesine duyabileceğim şükran.

Her şeyde bir mana ve kendinize özel bir durum arar iseniz şükran hissi ıskalanmaya başlıyor ve sonra bir gün işler hiç de böyle gitmiyor. Aradığınız yolu bulamıyorsunuz, bir güzel kaybolup saatlerce aç ve yorgun yürümek zorunda kalıyorsunuz ya da inatla tırmanmaya başladığınız tepeden dikenli dalların arasından aşağı yuvarlanıp bir güzel inciniyorsunuz ve vazgeçmek zorunda kalıyorsunuz. İşte o zaman neden her şey iyi planlanmamış (!) diye farkında bile olmadan öfke duyuyorsunuz. Hani ben ne istersem benimle olurdu? Hani bu diyarın sahibi bendim?

Değiliz. Hiç olmadık. Hatta hayat denen şey bizim başımıza bile gelmiyor. Bizim de olduğumuz şu andan akıyor. O akarken bize de temas ediyor. İyi ya da kötü başımıza bir şey geldiğinde, şunu hatırlamak hep çok hafifletici; benim başıma gelmedi, geldi ve ben oradaydım. Etrafımızda akan canlılık bizi büyülüyor, kalbimizin atışını onun atışı ile uydurduğunuz zaman yağmurun altında ıslansak da ıslanmasak da her tür deneyimden keyif almaya başlıyoruz. Sürekli şifre çözmeye çalışmayı bıraktığımızda her şey hoş geliyor. Çünkü şifreler sandığımız gibi cennetlere çıkmayabilir, cennetin arka kapısını ararken açtığımız kapı cehennem kapısı da olabilir. O zaman öfkemiz kime olacak? Cehenneme mi, kendimize mi, kendisini aratırken tadımızı kaçıran cennete mi?

(Yukarıdaki yazıyı her şeyde bir mana aramanın yarattığı örtük bunalım hakkında yazdığım şubat mektubunun bir parçası olarak da okunabilir. Hızlıca ulaşmak isterseniz aşağıdaki linki kullanabilirsiniz:)

http://www.yogabakkali.com/news/2021/5/3/yogabakkal-ubat-mektubu-dekoder

Artık her mektuba bir de kitap önerisi eklemeye karar verdim.

Bu ayın kitabı birisine önermemle tekrar aklıma düşen ve yeniden okuduğum bir kitap.

Altı bolca çizili. Hem Doğu hem de Batı kaynaklı mitolojik hikayelerden yola çıkarak insan olmaya dair pek çok başlıkta karşılıklı bir konuşmanın yazıya dökülmüş hali.

Bu konuşmadan okuyana çok zengin bir içerik tatlı tatlı akıyor. Tanrı, varoluş ya da yaratılış, mitolojik karakterlerin bize ne anlattığı, kim olduğumuz ve her şeyin tarihine karşı merakınız varsa okuyunuz:

Mitolojinin Gücü

Joseph Campbell - Bill Moyers

MediaCat Yayınları