“Büyüdüğü şehrin bir temsiliydi sanki o ağaç, her bahçede en az bir incir ağacı. O küçük, ikiyüzlü, çirkin, çukurda is kokan şehrin insanları gibiydi ağacın sütü. Yapışır da yapışır, kötü kokar, sabunlasan bile çıkmaz, cildini yakar, incirin tadını bozar. Ama incir de o sütlü ağaç olmadan olmaz. Hâlbuki İstanbul o yaprakların arasından ışıldayan güneşti. Trenle vardığı, altın rengi duvarlarıyla Haydarpaşa ile doğardı güneş. İstanbul’a gelmek hep iyiydi. Sonra İstanbul’a dönmek hep iyi oldu. Haydarpaşa’ya girerken gelen deniz kokusu hep iyiydi, İstanbul’a yanaşırken martıların sesi iyiydi, tren bir anda bir avuç büyüye çarpıp duruyordu İstanbul’a geldiğinde. Bir avuç büyü tozu saçılıyordu her yana, üstüne başına, ciğerlerine kulaklarına bulaşıyordu. Kokular, sesler, hisler, tatlar, İstanbul trene, tren İstanbul’a çarpıyordu. Bir tren düdüğü ile çarpışma gerçekleşiyor ve tüm o çuf çuf sona eriyor. Kutsal bir sessizlik. Pısss diye lokomotifin stop etmesi ve sonra yeniden içinde boğazın çağıldadığı neşeli bir gürültü. İstanbul’a dönmek hep güzeldi. Haydarpaşa o çirkin şehirden kaçarken varılan bir ümit burnu gibiydi. Boğazın kokusunu ciğerine çekip, “Oh be, İstanbul, şükür kavuşturana,” derdin, İstanbul alır saklardı seni. Sonra bir güzel çiğneyip tükürecekti ama daha on yıllar vardı İstanbul’dan gitme planları yapmasına o zamanlar. Henüz İstanbul’a dönmek her zaman iyiydi. İstanbul’a öyle Harem’den ya da Esenler’den değil tam da Haydarpaşa’dan girilirdi, İstanbul o zaman “hoş geldin” derdi. Hemen yeni gelmiş misafirin önüne terlik koyar gibi iskeleye Karaköy’e geçecek bir vapur yüzdürürdü, hop oradan karanlık, izbe Karaköy…”
Yukarıdaki paragraf muhtemelen yayınlanma şansı bulamayacak romanımdan bir parça. Romanın kurmaca karakterlerinden bir genç kadının gözünden. Benim öğrencilik zamanlarımdan, İstanbul’a tren ile her vardığımda içimi dolduran o duygulardan bir güzel katıp karıştırıp kattığım bir tasviri İstanbul’un. Benim aksime rüştünü ispatlamış bir şairin “Ölüyorum Tanrım, bu da oldu işte” dediği gibi “İstanbul’u terk ediyorum Tanrım, bu da oldu işte.” diye mırıldanıyorum bir süredir. 23 yıllık İstanbul serüvenimin 14 yıllık kısmı üniversite ve sonrasında sinema ve tv işlerinde parçalanmak idi ise de son 10 yılı yoga ile bir araya getirmek ile geçti. Bunun da ötesine geçti; onca sevdiğim, bana Avrupa’nın o güzel şehirlerini verseler, New Yorkları Tokyoları ayağıma serseler yine de ayrılamam dediğim şehirden ayrılmaya hazırladı. “Sayesinde” edatını buraya bağlamak kimseleri incitemesin isterim ama pandeminin yarattığı koşulların bunu hızlandırmaya katkısı büyük. İnsan bir kere kendini doğanın kollarında eğlemeye başladı mı kentin dar kutusu nefesini tıkıyormuş, anlıyor.
Nefes… Yogada en merkezi şey belki de. Tam da büyük şehirlerde nefes almak zor olduğu için yoga en çok büyük şehirlerde böylesi popülerdir. Büyük şehrilerin büyük salonları, Kovid 19 öncesi, tüm dünyada hınca hınç dolardı. Hınca hınç diyorum gerçekten nefes almaya geliyorum dediğiniz yerde nefes alamaz olurdunuz ama yoga tam da böyle bir şeydir. Dikkat içeri döndükçe artık nerede, kiminle, hangi manzaraya karşı yoga yaptığınızın bir önemi kalmaz. Bir enerji kanalı haline gelirsiniz ve o enerji siz asana denen belli kalıplara girdikçe belli kalıplarda akar da akar. Siz de onunla. Zaman durmaz ama zaman incelir, havaya karışır, oradan nefesinize, oradan kanınıza ve tüm hücrelerinize. Zamanı sindirip, metabolize etmeye başlarsınız. Bir rüzgar gibi nefesle içinizden yol bulup aktıkça nefes alamadığınızı unutursunuz ya da yan mattaki kişinin sidik kokusunu. Ama önce buna razı olmanız gerekir. Sürekli seçim yapmaya çalışırsanız, -matımı şuraya sereyim, şu kişiden uzak durayım, hoca ile göz göze kalayım, deniz kenarında yapayım, o pozu değil bu pozu yapayım, aya selam değil güneşe selam olsun da olsun der- olana razı gelmez iseniz zaman içinizden değil yine dışınızdan akmaya devam eder. O zaman kendinizi değil hep başkalarını görmeye, duymaya, koklamaya, hissetmeye devam edersiniz. Benim en güzel yoga günlerim, mis kokulu temizileyiciler gelmeden önce, yerlerde benimkiyle beraber başkalarının saçının ton ton yumaklar oluşturduğu, spor sütyeni ile taytı takım olmayı bırak ağı sökük, çamaşır suyu lekeli taytları giyenler ile bir başkasının alakadar olmadığı, herkesin zamanın halkaları içinde bir arada, dip dibe, birbirini onaylamak ya da sevmek zorunda olmadan, aynı zamanın aynı şekillerine girmiş, ayrı terli tenlerden içeri süzülüp aynı anda aktığı bir stüdyoda geçti. Şimdi ne o stüdyo kaldı, ne de lokomotif ile çarpıştığında ortaya saçılan büyü tozu ile İstanbul. Şimdi yine razı olma vakti.
Şimdi bir tohum ekme zamanı, tohuma bağlanmadan tohumu ekip sulama vakti. Tohum kendinden teşekkül. Tohumu sulayan kendinden. Tohumun kırmızı bir çiçek açmasını beklerken pembe bir çiçek açacak olmasına da razı olmak mümkün mü?
Tohumun açacağı çiçeğe şimdiden rıza göstermek mümkün mü?
Size değil kendime soruyorum.
Ve bilin ki her yoga hocası sınıfa konuşur gibi gözükse de ilk önce kendine konuşur.
Güzel bir haziran ayı diliyorum.
Haziran’da bakkalda ne var?
Bu yaz saat ve gün sınırlaması, sıkıştırması, derse yetişmesi olmadan yoga yapmak isteyenler için özel bir Youtube kanalımda Yoga Playlist’i hazırladım. 30 adet canlı yoga terapi ders kaydı. Canlı ders kayıtlarının pek çoğunu kendim de uygulayarak gözden geçirdim. Her derse temasını içeren bir başlık ve numara verdim. Açıklamalarda ise daha detaylı hangi bölgelere ve ne tür sorunlara iyi gelebilir onları bulacaksınız. O gün neye ihtiyacınız varsa ona cevap verebilecek dersleri böylelikle seçebileceksiniz. Derste neye ihtiyacınız var ve neye dikkat etmelisiniz, olabildiğince açıklayıcı ve güvenli bir alan yarattığıma inanıyorum. Özellikle yoga terapi severler için bir hazine gibi oldu. Bu derslere 30 günlük özel abonelik ile ulaşabilirsiniz. Aboneliği başlatmak ve derslere ulaşmak için bana yazın.