Yoğunluk mu acı mı? Hangisini istiyoruz? Ya hepsini isteyenler?!
Geçen haftalarda çevrimiçi derslerden birinin hemen öncesinde yoğunluk ve acı arasındaki farkı anlatıyordum. Yoğunluğun bölgesel olduğunu, acı gibi batmayıp ani gelişmediğini, kontrol edilebilir bir sınır içinde tutulduğunu, acı yerine ağrıya yakın olduğunu, içinde kalınabilir olduğu kadar da içinden belli bir süre sonra çıkma isteğinin de normal olduğunu anlattım. Acı istemediğimiz bir yer. Özellikle de eklemlerde. Yoga pozları pozun formuna göre öncelikle kaslarda, dolaylı olarak da miyofasyada (ligament, tendon, fasya vb) bölgesel yoğunluklar yaratır, bunu isteriz. Ama acı batan, ani, hızla oradan çıkma isteği yaratan bir histir ve onu istemeyiz. Bedenimizde bile isteye yaratmayı özellikle. Arada bir ayrım daha var, yoğunluk belli bir süre soran acının özelliklerine bürünmeye başlayabilir, bu da bize daha yoga hocası çıkıyoruz demese bile çıkma vaktinin, çünkü acının başladığı sınırın geldiğini anlatır.
Gel gör ki tüm bu uzun uzun anlatmalara, dersin ortasında uyarmalara, yeniden yeniden dikkat çekmelere rağmen kimilerinin yüzü acı ifadesi ile ekşir. Belli ki canı yanıyordur, görürüm. Gördüğüme ilk önce kayıtsız kalamam, gereken anonsu yaparım, duymaz, üstüne alınmaz bile. O günkü ruh halim tüm kontrolleri elinde tutan halim ise bir daha söylerim, hatta yanına giderek tekrarlarım, sonuç hiç şaşırtmaz, kulağına bile söylesem duymaz. Ben de tüm kontrolleri bir anda salabilen ruh halime kırarım dümeni. Acı çekmek isteyeni acısı ile baş başa bırakırım. Bunu daha önceleri, ulaşılmaz olmak istedikleri anda kendilerini yok ediyor bile olsalar yine de insanlara ulaşamayacağım gerçeğini kabul etmem gerektiğine dair bir ders sanardım ve bu dersi geçmekte her seferinde ne denli zorlandığımı düşünürdüm. Ta ki geçen derste yine ağrı, acı ve yoğunluk ayrımı yapıp, öğrencilerin gözlerini kapatıp kendi nefeslerine ve iç alanlarına dikkatlerini yönelttiğim o sessizlik anında aklıma gerçekte olan akkor gibi süzülene kadar.
Bazıları acıdan zevk alır!
Bazıları acıdan beslenir!
Bazen hepimiz belki de...
Bize çok yabancı değil bu konular. Benim çocukluk ve ilk gençlik dönemim arabesk starlarının yükselişine denk düşer. Arabesk müziği dinleyip kendini jiletleyenlerin yükselişi. Öyle bir yükseliş ki bu kendilerine attıkları jiletlerden aldıkları zevki taparcasına sevdikleri arabesk şarkıcısından esirgememek adına onu bıçaklayacak kadar. Uyuşturucu kullananlara biz Tükçe’de kafası iyi deriz, İngilizce’de ise bu yükselişin tam karşılığı var. “High” meali kafası yüksek. Arabesk kitlesine burun kıvırır sevgili yoga kitlesi. Yoga kitlesi de “high” olmak ister ama öyle kendini keserek ya da uyuşturucu alarak değil, ters duruşlar ve bol kol dengeleri ve arkaya eğilmeler de o yüksek kafayı yaratmaya muktedirdir. Ya da birtakım meditasyonlar ile. Zaten ihtiyacım olan her şeye sahibim, ortada kazanılmış bir ödül yokken hayatın kendinin dev bir ödül olduğunun farkına varıldığı anlar.
Arabesk sever lümpenlere burun kıvıran sevgili yoga kitlesine bir haberim var. Hepimiz aynı gemideyiz. Burnunuzu ne kıvırın ne de tıkayın zira hepimiz ter kokuyoruz. Gemimizi yüzdürdüğümüz sular dopamin denizleri. Gemimizi kah kolumuzu keserek kah dizimiz acıdığı halde topuğumuzu kalçamıza daha da şiddetle çekerek kah içilen ot ile kah kara sevda olmuş yitik sevgili ile kah el duruşu kah meditasyonla yüzdürürüz.
Nasıl mı?
Beynin limbik kısmı duygular ile ilgilidir ve burada yer alan bir sistem var. Dopamin üretilmesi ve salgılanması ile görevli. Bir şeyi arzuladığımızda ve arzuladığımıza kavuştuğumuzda dopamin memesi akumbens çekirdek beyne dopamin salar. Dopamin bir çeşit mutluluk hormonu, daha çok tatmin olma hissi diyelim. Tam olarak bir hormon da değil, hangi mesajı taşıdığı önemli olan bir elçi. Ve sadece tatmin duygusu ile ilgili değil, ağrı kesici ve endişeyi düşürmek gibi alamet-i farikaları da var. Yani acı çekmekten zevk alıyor olabilirsiniz. Acı v e ağrıyı dindirmek için de salınıyor dopamin. Sorun şurda ki buna bir süre sonra bağımlı hale gelebilirsiniz. Çünkü bu bölgenin bağımlılık ile de yakından ilişkisi var. Öyle ki laboratuvarda pedala bastıkça bu çekirdeği uyarılan fareler bir süre sonra seks yapmayı ve hatta yemek yemeyi bile bırakıp akumbens çekirdeğini uyarması ise sürekli pedala basar oluyor. Ve zevk içinde yitip gidiyorlar. Bilin bakalım bu çekirdek başka ne ile uyarılıyor?
Şöyle incecik sarılmış bir “boş olmayan” sigara?
Eroin?
Opioid ağrı kesiciler?
Birkaç kadeh “shaken not stirred” Martini?
Kola atılan jilet kesikleri?
El duruşuna zıplamalar ve hele de tutmalar?
Şampiyonada tuttuğun takımın attığı gol?
2. gol?
3.gol?
Geceyarısı mideye indirdiğin dev gibi dondurma?
Şükür ile vardığın tatmin duygusu?
Ağrı ve acı yarattığı halde, eklemlerin ayrılacakmış gibi hissettiğin halde hınca hınç tuttuğun yoga pozları?
Cevap hepsi.
Yüzleşmek istemediğin bir şey varsa ister arabesk dinle kendini kes ister kendini parçalarcasına yoga yap istersen her akşam iki duble iç istersen mantı (burayı yogacılar mat diye okudu biliyorum:) üstüne sufle ye, hepsi mükemmel birer kaçış rampası.
Bu arada rampalara karşı değilim asla, rampadan çıkıp yola döndükten sonra. Yoksa sürekli rampa tırmanmanın sonundaki ışık hayırlı bir ışık değil. Sadece her şeyle hemen yüzleşmek, savaşmak, aşmak, yüz yıllık problemleri çözmek, nesilden nesile aktarılmış travmaları hop diye halledivermek, hayat sınavlarından en iyi şekilde geçmek, hep 100 hep yıldızlı pekiyi almak, en birinci olmak zorunda da değiliz. Herkesin hocası, sınav alanı, sınav soruları farklı. Hem 50 de geçer not.
Ama unutmayalım, beğenmediklerimiz, burun kıvırdıklarımız, kendimizi daha üstün, daha farkında, daha aydınlanmış, daha sağlıklı ya da daha “fit” hissettiklerimiz ile aynı yaradılış/evrim gemisindeyiz ve hepimiz ter kokuyoruz.
Not: Spiritüel uğraşlar içindeki kişilerin kendilerini diğerlerinden nasıl üstün görmeye başladığına dair bönceki lakırdıya Şubat Mektubu’nda ulaşabilirsiniz.
http://www.yogabakkali.com/news/2021/5/3/yogabakkal-ubat-mektubu-dekoder