Bilge Karasu’nun bir hikayesi vardır. Bir türlü denize gidemeyen bir adamı anlatır. Adam ne yapsa ne etse denize gidemez. Yanlış minibüse biner, birileri yanlış tarif eder, bindiği araç gitmez, deniz bir türlü ulaşılamayan bir menzil olur. Gideceğin yere tuhaf, anlamadığın sebeplerle, bir türlü yetişemediğin için, yanlış yerde indiğin için ya da istemediğin halde yaptığın seçimler ile bin türlü gidemediğin kabuslar gibi. Ben böyle kabuslar çok gördüğümden mi bilmem, bu hikayedeki duygu üstüme üstüme gelmiş, derinden etkilenmiştim. Birileri engel olduğu için değil de sanki bir şekilde beceremediğim için gidemediğim rüyalar. Suçu hiç başkalarında değil de belki de önce kendimde kurcalama eğitimim yüzünden bu rüyalar da bu hikayenin beni ele geçirmesi de. Önce bir bakayım ben mükemmel olmuş muyum, ondan sonra bir başkasını belki biraz suçlayabilirim. O da belki. Okuldan ya da sokaktan eve gelip çocuk kalbimin bir derdi, içerlediği bir konuyu her açtığımda şunu çok duydum ben; kim bilir sen ne yaptın, sen ne yaptın da o sana öyle dedi/vurdu/kırdı/etti. Bunu o kadar fazla duydum ki artık yoga dünyasının replikleri içinden buna benzer argümanlar duydum mu tüylerim diken diken olmuyor değil sevgili okur. Size de bu laf salatalarından az ya da çok sıkıntı geliyorsa yalnız değilsiniz. Zira birini sevmeme hakkımız var, birine kırılma, darılma, kızma hakkımız var. Bunu konuşmaya da hakkımız var. Kim haklı kim haksız, kim doğru kim değil, ne iyi ne kötü bunun ringine çıkmak değil niyet. Niyet derdi, darı paylaşmak, seni anlıyorum olmasa bile ona yakın bir empati bulmak. Yoksa haklı olmak haksız olmak gönül/dost ilişkilerinde bir şeyi çoğu kez değiştirmiyor. Birisi ile dertleşmek istediğimde artık Karasu’nun o romanındaki adam gibi hissediyorum kendimi. Denize bir türlü gidemeyen adam. Bir denize girip serinleyeceğim o kadar. Denizi satın almayacağım, sahiline çıkan yollara el koymayacağım, suyuna güneşine adımı vermeyeceğim bir denize girip çıkıp ferahlayacağım. Ama yok, denize gitmenin yolu yok. Her dertleşme girişiminden sonra kendimi denize gitmeye çalışmış, biraz ferahlıyım derken daha da kan ter içinde kalmış bir şekilde eve dönmüş buluyorum. İfade edemediğimiz duygular ile, denize bir türlü gidemez olduk, kaldık. Bununla da kalmadık, o kadar kendimizle uğraştık ki, kötüye kötü, yalancıya yalancı, manipülatöre manipülatör, sahtekara sahtekar, tecavüzcüye tecavüzcü diyemez olduk. Neye göre kötü kime göre kötü? ile postmodernizmin kucağında büyüyen yapı bozum herkesin sadece kafasını değil duygu dünyasını da bulandırdı. Bu bayrağı, batıya taşınan yoga dünyası öyle bir coşkuyla devraldı ki olimpiyat açılış törenleriyle yarışır. Öyle ki sevgili okur, izole edip baktığında özgür ruhlu, lafını esirgemeyen, güçlü ve iyi eğitim almış Batılı kadınlar senelerce doğulu erkek yoga hocaları ve onların batılı ardılları tarafından istismar edildi de seneler seneler sonra bunu dile getirebildiler. O da birisi bütün cesaretini toplayıp dillendirdiğinde onu takip ederek. Batı’daki ünlü budist tapınağında meşhur Turungpa’nın meşum mahdumu takipçisi kadınlara hatta aynı anda birden fazla kadına nikah kıydı, alkol için kullandı, hatta kendi öz bakımını yaptırdı bir bebek gibi. Tacizcinin, istismarcının suçunu görmemek için eminim bu kadınlar senelerce kendilerini didik didik ettiler, lime lime parçaladılar. İnsanları kandırıyor/yalan söylüyor/istismar ediyor dediğin insan için ama belki bu da onların sınavıdır deniyor; her şeyle şaka, hele de adaletin sağlanmadığı toplumsal travmalar hakkında espri yapılmaz dendiğinde ama sanatçının ifade özgürlüğü deniyor.
Topluca aklımızı kaybetmemek için mi yapıyoruz bunları yoksa zaten aklımızı mı kaybettik?
Kalbimin en özel yerlerinden birine sahip Karasu'nun, kalbimi bu denli sıkıştıran hikayesini bana durduk yerde hatırlatan ise kalbimi ferahlatan bir filmdi. İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin “Arkadaşımın Evi Nerede?” 1987 yapımı olması da muhtemelen tam çocuk kahramanın yaşları ile daha fazla ve derinden bir empati kurmamı sağladı, bilmiyorum ama harika bir film. Hele o son sahne. Neden şimdiye kadar izlemedim diye sorduğum soruyu ters düz etti, İyi ki şimdiye kadar izlememişim. Şimdi lazımmış o film bana. Neye göre iyi neye göre kötü diye kafası bulanmışlara özellikle yüzlerini ve zihinlerini yıkayabilecekleri berrak su gibi bir film. 87 tarihli, tam da neoliberalizmin ekonomik ve siyasi arenada gerçekleştirmek istediklerine giden yolda ideolojik araçlar olarak kültür ürünleri, felsefe, sosyoloji, edebiyat, sinema filmleri ile tarihi hem yeniden yazıp bütün kavramlarımızı alıp bozup yerine hiç bir şey koyamadığı, yozlaştırdığı, ruhunu ezip boş posalar bıraktığı topyekün saldırısının başlamadan önceki zamanlar. Tabi ki o tarihlere kadar düşünsel alanda bu taarruzun altlığı mevcuttu. Ama pratikte tüm insan hafzalasını böylesine darmadağın edip tutunacak dal namına ne iyi ne de doğru ayrımını, üstünde mutabık kalabileceğimiz karşılıklı bir anlaşma içinde birbirimizin duygusal ve akli ihtiyaçlarını, haklarını, ilişkiler içindeki sınırlarını ve sınırlandırmalarını tanıyabileceğimiz bir akıl birliği bir yana, kavramları karşılayabilecek bir ortak sözlük bile kalmadı. Sadece akıl birliği de değil duygu birliği de yok ortak alanımızda, bir arada yaşamayı geçitim, en basitinden bir ilişki yaşayabilmek için -sevgili/dost/arkadaş/ eş/ anne/baba- ihtiyacımız olan mutabık kavramlar elimizden kaydı gitti. “Biz şimdi neyiz?” diye soruyor az evvel sevişmiş ya da bir süredir iki sevgilinin paylaştığı her şeyi paylaşan ama birbirlerine sevgilim diyemeyen insanlar birbirine. Duygu birliği sözlüğümüz darma duman olduğu için, "daha güçlü olanın" "duyguları daha yoğun olduğu için o kişiye karşı daha güçsüz olanı" ezebileceği, kalbini parçalayabileceği bir arena bırakıyor, sevişmeden hemen öncekine tam da zıt düşebilecek bir tavır takınabiliyor mesela. Çok tanıdık bir hikaye. Kalbimizi parçalayan ise bundan daha çok dünyanın geri kalanının da bunu onaylıyor olması. Dünyanın geri kalanı “güçlü olanı” onaylayabilsin diye tüm anlaşmalar, tüm mutabakatlar, en yazlısından en sözlüsüne en gönülden olanına en bürokratik olanına tarumar. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden de alıntılamayı sevdiğim bir cümle var. Sanırım şimdi tam yeri canım okur: Menfaatler istikametini değiştirirse mantık da değiştirir.
İstikameti dönelim filme, doğru ile doğru olmayana dair net bir cevap, hatta cevaplar serisi gibi Ahmed’in hikayesi. Sadece yanlışlıkla aldığı defteri, öğretmeni arkadaşını okuldan atmasın diye tüm korkularına, tüm anne ve dedesinin baskılarına, baba figürü korkusuna rağmen başka bir mahalledeki arkadaşına götürmeye çalışması değil, filmin tümü bir neye doğru kime doğru diye sürekli kafamızı bulandıran o sorulara karşı billur gibi berraklıkta bir cevap. İçimi inançla ve sevgiyle doldurdu. Denize bir türlü gidemeyen yanlarıma çilli bir surattan, şaşkın bakışlardan bir nefes üfledi, evimin pencereleri denize açıldı.
Demem o ki sevgili okur, filmi izleyin. İnsanlar şöyle bencildir, şöyle alçaktır, doğaları şöyle bozuktur diyenlere aldanmayın. İnsanın içinde bir çocuk yaşar. Altın gibi kalbi ile, iyiye doğruya dair net bir içgörü, dakik bir saat ile. Ama elbette kendi hikayesi ile. İnsanı bencil kılan, onu bozan bu dünyanın ona nasıl davrandığı, dünyayı döndüren - döndürdüğünü zanneden- sistemin kafasını bulandırarak onu nasıl şekillendirmek istediği ile ilgilidir. Bir de utanmadan karşınıza geçer sizi insanın kötülük ve bencillik dolu doğasına inandırmaya çalışırlar. Çünkü işlerine öyle gelir. 2. Dünya Savaşı’nda savaşan askerlerin sadece %20 sinin ölmek yerine öldürmeyi tercih ettiğini biliyor musunuz? Ellerinin hemen öyle tetiğe gitmediğini. Sonraki dönemde Amerikan Ordusu’nun özellikle bu konunun üstüne gidip bu oranı yükseltmek için türlü türlü psikolojik programlar geliştirip uyguladığını peki? Bu oranı Kore savaşı’nda %60 Vietnam’da ise %80’e çıkarttığını… Irak’ta belki %90’dı, kim bilir.
Ben tam tersine inanıyorum. sevgili okur. Çünkü onu nerde görsem tanırım, onu nerde görsek tanırız. Yeryüzünün çocukları olarak biz birbirimizi tanırız.