Kaygıdan Minik Bir Gölge
Kaygı ile tanıştığınız ilk zamanları hatırlıyor musunuz? İlk tanışmamı değil belki ama yoğun bir şekilde beni ele geçirmeye muktedir olmaya başladığı zamanları hatılıyorum. Tüp bitmişti mesela. Biten tüple, 3’ü çocuk 5 kişilik nüfusu doyuracak ocaktaki yemeğin pişmesinin yarım kalışı ile annemin duyduğu stres ve kaygıyı nasıl emdiğimi çok iyi hatılıyorum. Hatırlamak ne kelime, karın boşluğumda yeniden hissediyorum. Boyum annemin beline belki anca geliyordu, sanki o gün giydiği eteğinin bir pilesi de bendim ve sonrasında da her tüp bittiğinde o kumaştan pilenin içinde nefesim kesilir oldu. Babam tır şöförlüğü yaparken haftalardır yolda olurdu, bazen uzun süre haber de gelmezdi, bıraktığı para da tükenmek üzere; annem endişeli ve merakta. Başka bir zaman haciz memuru gelmiş. Babam yine yok. Anemin yüzü kaygıya batmış. Bir annemin kaygılı yüzünde gözümüz bir de ilk kez gördüğümüz halde evimizin bütün odalarına girip çıkacak yersiz bir yakınlığa sahip, eşyaları tek tek not alan bu amca kim diye yüzüne merakla bakan bana ve kardeşlerime bakan adamın yüzünde. Onun da yüzünde üzüntü, o da kaygılı. Hop, o duyguyu da emiyorum. İlkokuldayım, okula sürekli birtakım fotoğrafçılar gelip fotolar çekiyor, öğretmen kareye kim yakalanmış ise ona tab edilmiş kopyaları satmaya çalışıyor, ben de karede bulunduğum için karede bulunmanın sorumluluğumu yüklenip alıyorum eve getiriyorum, annem arkasını çeviriyor fiyatı yazıyor, annemin yüzünde yine o ezbere bildiğim kaygı. Hop yine emiyorum. Üstüne üstlük bir de suçluluk hissediyorum. Bir eteğin beline gelen boyumla öğretmenime hayır diyebilmeliymişim gibi. Öğretmen alacaksınız, basılmış bir kere diyor, annem paramız yok diyor. O zamanlar en önemsediğim iki insanın arasında kaygım gittikçe büyüyor. İkisine de mahcubum.
Ta o yıllarda işte bir gölge gibi kaygım yanıbaşımda biti-bitiveriyor. Gölgemin de boyu bir etek beli kadar, ben miniğim o da minik. Ama bir gün boyu beni geçecek, gün sayıyor. Ben dışarı oyun oynamaya çıkıyorum, gölgemin kulağı evde. Ben ödevimi yapıyorum gölgemin gözü annemin yüzünde. Annem yine üzgün, annem yine endişeli, annem yine kızgın. O günden beridir en başta kaygı olmak üzere yanımdakinin olumsuz duygu ya da duygularını hızlıca algılayan kaygı tüycüklerim var benim. Algılamakla kalmayıp bunu o an fark edip gardımı almaz isem o kaygıyı kıymetli bir tentürmüş gibi içime damıtan tüycüklerim. Tentür tenden içeri sızdı mı yakar..
Küçük yaşlarımdan itibaren kaygıdan mütevellit gölgemle birlikte büyüdük, serpildik, endişeli yüzleri radarla tarar gibi bulduk, o yüzleri izledik, aynaladık, ergenliğe girdik. Derken o gün geldi. Gölgemin boyu beni aştı. Tam da 18 yaşımı doldurup yetişkinliğe adım attığım yıl, gölgemin büyük çıkışını yaptığı, önümdeki uzun yıllar benden daha büyük ve güçlü bir şekilde yanımda gezeceği o yıl, 99 Marmara depremi… Gölgemin harikulade yılı. Sonrasındaki neredeyse 10 yıl kadar gölgem benimle, benden büyük bir halde oradan oraya gezdi; okulda, işte, dostlukta, aşkta; türlü türlü hayal kırıklılıklarımda kulağıma fısıldadıkları ile beni fark etmeden o kadar çok üzdü ve yordu ki 27 yaşımda panik atak ile tanıştım. Nereye gitsem ne yapsam gölge karşıma geçti, oturdu. Herhangi bir akşam bir arkadaşım Asmalımescit’in güzel kafelerinden birinde, dışarıda yer bulmuş oturuyoruz, bir şeyler içiyoruz, tatlı da bir sohbet ediyoruz sanabilirdi. Halbuki karşımda oturan aramızda oturan dev gibi gölgemi görmezdi. Bir ben görebilirdim. Neyden bahsedersek bahsedelim o yokmuş gibi davranmamama imkan yoktu. Karşımdaki bilmese de gölgem bilirdi. Öyle karanlık ve karanlığı öyle derindi ki beni yutacak diye bir korku salınırdı içime. O korku salındı mı artık ne karşımdakinin ne söylediğini dinleyebilir olurdum, ne de güzel olan herhangi bir şeyden keyif alabilecek. 3. boyut kayboldur, gölgenin dışındaki tüm alan derinliği çöker, uzam çöker, uzay çöker, hepsi gölgenin kara deliğinde yok olurdu. Benim dışımda kimsenin görmediği, bilmediği bir korku. Uzay ve uzam çöktüğü için tüm korkular bir arada sökün ederdi; tüp bitti, haciz memuru geldi, elektrik kesildi, ödevimi yapmadım, hakaret işiteceğim, çok hastaymış, dayak yiyeceğim, parası yok, sınıftan atılacağım, kiramı ödeyemeyeceğim, yetiştiremeyeceğim, istenmiyorum, kaybolmuş, hak etmiyorum, sıkıntısı var, yeterince iyi değilim, daha iyisini yapabilirdim… Her iyi şeyi yutar, birikmiş tüm kaygı ve korkuları geri kusardı gölge. Soğuk soğuk terlerdim. Dizlerimin bağı çözülür, omurgam karıncalanırdı. Başım dönerdi. Gölge içine beni de çekecek, kimsenin henüz çakmadığı korkularım karşısında tüm kontrolü kaybedeceğim diye daha da korkar, gölgenin içine daha da çekilirdim.. Şansıma çok iyi bir psikiyatrdan tedavi ve psikoterapi gördüm. 1 senenin sonunda ben iyiyim, dedim. O da bana iyisin dedi.
Yaklaşık 3-4 sene sonra gölge yine ziyaretime geldi. Bir ormanın içindeki küçük bir ahşap kulübede. Hiçbir eğitimi ve onaylanmış yeterililiği olmadığı halde, tetikleyici olma ihtimali çok yüksek “psiko-drama” çalışmaları yapan bir yoga eğitmeninin inzivasında. 1 sene önce kaygı ve stresli hallerime çok iyi geldiği için rüzgarına kapıldığım yoga bu sefer sinir sistemimi fazla zorluyordu. Sabah akşam yoga yapmaktan, kalabalıktan, yukarıda bahsi geçen çalışmalardan dolayı hem fiziksel olarak hem de psikolojik olarak bitap haldeydim. Gece uykum 10 dakikalık dalmalardan/dalmaya çalışmalardan/dalmak için mücadele etmekten ibaretti. Kafamın içinde onlarca ses konuşuyordu. O yetmezmiş gibi kulübenin camına kuşlar çarpıyor; gecenin 3’ünde gürültü ile ahşap merdivenleri çıkılıyor, kapıya çıktığımda karşıma karnı boydan boya dikişli, yaralı dev bir köpek çıkıyordu. O kulübede tetiklenen anksiyete ve insomnia yaklaşık 2 ay sürdü. Yerin altında dar bir tünelden sürüne sürüne geçmek gibi geçti o 60 gün. Demem o ki geçmek bilmedi. Kanepede oturmuş bir kitap okurken duvarları yıkarcasına, altımdaki yeri sallarcasına gölge içeri giriyordu, benden başka kimse görmüyordu ama o gelip benimle yazılı keimelerin arasına oturuyordu. Odadan kaçıyordum başka odaya, peşimde. Ordan banyoya seyirtiyorum, o da peşimden. Sonrasında kendi yolumu bulup üstünde çalıştıkça, doğru bir ritm ve yoğunlukta yapılan yoga, nefes çalışması ve meditasyon ile o günler çok geride kaldı. Herhangi bir hassasiyet içermeyen, gereğinden fazla yourucu ve talepkar uygulamanın yerine hassasiyet ve dengeli bir uygulama koyunca gölge küçüldü de, küçüldü. Kaybolduğum ormanın içinden kendi yolumu açıp/bulup çıktım.
Dev canavardan bir yün yumağına..
O süreçte yoga sayesinde gölgeyi önce bir hap kadar küçülttüm sonra da yuttum ben, o beni değil ama ben onu yuttum. Elbette yoga sayesinde artık kaygı nedir bilmez değilim, zira yaşadığımız coğrafya belli. Psikolojimin bağışıklık sistemi düştü müydü yeniden yakalar beni. Artık karşıma geçip oturan dev bir gölge değildir, midemde yün bir yumaktır. Bir düğümdür. Ne zamanki sindirimim güçlü, cesaret ateşim yüksek, hiç bilmem bile ne olduğunu ama ne zamanki kötü ve üzücü şeyler olur dışarda, o zaman orda gücünü yeniden bulur. Ormanlar yanar, bombalar patlar, çocuklar ölür. Ben burdayım der, selamlaşırız, o düğümle yatar, o düğümle kalkarım. O zaman o düğüm herhangi bir şeyden keyif ya da zevk almamın önüne yine geçiverir. Artık dışarıda değil, içeridedir. Eskisi kadar büyük ve güçlü olmasa da.. Ama biliyor musun sevgili okur, düğümün yanında iyimser olmasa bile umut hep vardır. Ormanları söndürmek için canını dişine takan insanlar vardır mesela, doğayı anası gibi değil evladı gibi görüp koruyup kollamak için bir araya gelen insanlar, bombalardan korkmadan tehditlere rağmen sokakları dolduran insanlar, sadece kendisi için değil hiç tanımadığı insanlar için de, bu senin düşmanındır yalanlarını yemeyen, adalet, eşitlik isteyen, her geçen gün barbarlığa doğru biraz daha sürüklenen bu güzel soluk mavi noktanın üstünde o barbarlığa bırakacak ne pabucu ne de onuru olan insanlar vardır. Arzu ettiğimiz kadar çok değildir belki sayıları ama midelerinde yün yumaklara, peşlerindeki gölgelere rağmen bu insanlar el ele durdu muydu başka bir dünya mümkündür.
Geçen hafta Datça 2 gün boyunca yandı. Bilen bilir, dünyadaki cennetlerden biridir yanan yer. Yangının kontrol altına alındığı haberi gelmeden önce sabah vakti midem yün yumağı ile tıkış tepiş denize gittim. Biraz yüzdüm, biraz seyreyledim. Hala düğüm düğüm içim, ormanın içinden geri dönüş yoluna geçtim. Oydu buydu derken aklıma "az maliyet çok verim" peşinde paramparça edilip, öldürülen toprakları nasıl yeniden canlılık ile doldurup diriltebilliriz’i öğrendiğimiz toprak eğitimi geldi. Mantarları, miselleri, bakterileri, protozoaları, amipleri düşünürken ağaçların arasındaki yolda yürümeye devam ettim. Midemdeki düğüm yavaş yavaş çözülmüş. Bir baktım ki yok. Kaygım azalmış, neşem geri gelmiş. Önceden gölgenin kulağıma fısıldadığı, lime lime eden sözcüklerin yerine benim ona fısıldadığım lime lime iplikleri birbirine yeniden bağlayan sözcükler gelmiş. Fark etmeden…
Dünyanın yangınlarıyla kaygı yükseldiğinde içinizde ve dışınızda tutunacağınız iyi, anlamlı ve üretken şeyleri çoğaltın derim. İyileştiren eyleme dair, yıkılanları daha iyi bir şekilde yeniden kurmaya dair sözcük dağarcığınız genişledikçe genişlesin. Yoga elbette fiziksel, enerjetik ve zihinsel varlığınıza dönük şifalandırıcı bir çalışmalar bütünü. Ama yalnızca ölümlü bir beden ve karanlığa karışacak bir bilince yapacağınız iyi olma yatırımı (wellness/mindfulness/yoga vb sadece bireye ya da işin sadece bu kısmına odaklanan pratikler) sizi sığ sularda yüzdürmekle kalmaz bir bakmışsınız sığ sularda boğuluyorsunuz. Ben’e baktığımız kadar biz’e de bakalım, ben’e özendiğimiz kadar biz’e de, “ben”i iyileştirmek arzusu duyduğumuz kadar “biz” i de şifalandırmaya.. Yaşamın göz alan sevinci bir an sonra solacak olmasından, ama “ben” solduktan sonra “biz”in toprağında bakteri olacak, mantar olacak, protozoa olacak, amip olacak. Ne o? Hoşunuza gitmedi mi? En azından bir çiçek mi olsaydık diye geçiyor içinizden?
Çiçek vakti, ŞİMDİ. Hadi...