Yogabakkalı Temmuz 2022 Bakkal Mektubu

Kaygıdan Minik Bir Gölge

Kaygı ile tanıştığınız ilk zamanları hatırlıyor musunuz? İlk tanışmamı değil belki ama yoğun bir şekilde beni ele geçirmeye muktedir olmaya başladığı zamanları hatılıyorum. Tüp bitmişti mesela. Biten tüple, 3’ü çocuk 5 kişilik nüfusu doyuracak ocaktaki yemeğin pişmesinin yarım kalışı ile annemin duyduğu stres ve kaygıyı nasıl emdiğimi çok iyi hatılıyorum. Hatırlamak ne kelime, karın boşluğumda yeniden hissediyorum. Boyum annemin beline belki anca geliyordu, sanki o gün giydiği eteğinin bir pilesi de bendim ve sonrasında da her tüp bittiğinde o kumaştan pilenin içinde nefesim kesilir oldu. Babam tır şöförlüğü yaparken haftalardır yolda olurdu, bazen uzun süre haber de gelmezdi, bıraktığı para da tükenmek üzere; annem endişeli ve merakta. Başka bir zaman haciz memuru gelmiş. Babam yine yok. Anemin yüzü kaygıya batmış. Bir annemin kaygılı yüzünde gözümüz bir de ilk kez gördüğümüz halde evimizin bütün odalarına girip çıkacak yersiz bir yakınlığa sahip, eşyaları tek tek not alan bu amca kim diye yüzüne merakla bakan bana ve kardeşlerime bakan adamın yüzünde. Onun da yüzünde üzüntü, o da kaygılı. Hop, o duyguyu da emiyorum. İlkokuldayım, okula sürekli birtakım fotoğrafçılar gelip fotolar çekiyor, öğretmen kareye kim yakalanmış ise ona tab edilmiş kopyaları satmaya çalışıyor, ben de karede bulunduğum için karede bulunmanın sorumluluğumu yüklenip alıyorum eve getiriyorum, annem arkasını çeviriyor fiyatı yazıyor, annemin yüzünde yine o ezbere bildiğim kaygı. Hop yine emiyorum. Üstüne üstlük bir de suçluluk hissediyorum. Bir eteğin beline gelen boyumla öğretmenime hayır diyebilmeliymişim gibi. Öğretmen alacaksınız, basılmış bir kere diyor, annem paramız yok diyor. O zamanlar en önemsediğim iki insanın arasında kaygım gittikçe büyüyor. İkisine de mahcubum.

Ta o yıllarda işte bir gölge gibi kaygım yanıbaşımda biti-bitiveriyor. Gölgemin de boyu bir etek beli kadar, ben miniğim o da minik. Ama bir gün boyu beni geçecek, gün sayıyor. Ben dışarı oyun oynamaya çıkıyorum, gölgemin kulağı evde. Ben ödevimi yapıyorum gölgemin gözü annemin yüzünde. Annem yine üzgün, annem yine endişeli, annem yine kızgın. O günden beridir en başta kaygı olmak üzere yanımdakinin olumsuz duygu ya da duygularını hızlıca algılayan kaygı tüycüklerim var benim. Algılamakla kalmayıp bunu o an fark edip gardımı almaz isem o kaygıyı kıymetli bir tentürmüş gibi içime damıtan tüycüklerim. Tentür tenden içeri sızdı mı yakar..

Küçük yaşlarımdan itibaren kaygıdan mütevellit gölgemle birlikte büyüdük, serpildik, endişeli yüzleri radarla tarar gibi bulduk, o yüzleri izledik, aynaladık, ergenliğe girdik. Derken o gün geldi. Gölgemin boyu beni aştı. Tam da 18 yaşımı doldurup yetişkinliğe adım attığım yıl, gölgemin büyük çıkışını yaptığı, önümdeki uzun yıllar benden daha büyük ve güçlü bir şekilde yanımda gezeceği o yıl, 99 Marmara depremi… Gölgemin harikulade yılı. Sonrasındaki neredeyse 10 yıl kadar gölgem benimle, benden büyük bir halde oradan oraya gezdi; okulda, işte, dostlukta, aşkta; türlü türlü hayal kırıklılıklarımda kulağıma fısıldadıkları ile beni fark etmeden o kadar çok üzdü ve yordu ki 27 yaşımda panik atak ile tanıştım. Nereye gitsem ne yapsam gölge karşıma geçti, oturdu. Herhangi bir akşam bir arkadaşım Asmalımescit’in güzel kafelerinden birinde, dışarıda yer bulmuş oturuyoruz, bir şeyler içiyoruz, tatlı da bir sohbet ediyoruz sanabilirdi. Halbuki karşımda oturan aramızda oturan dev gibi gölgemi görmezdi. Bir ben görebilirdim. Neyden bahsedersek bahsedelim o yokmuş gibi davranmamama imkan yoktu. Karşımdaki bilmese de gölgem bilirdi. Öyle karanlık ve karanlığı öyle derindi ki beni yutacak diye bir korku salınırdı içime. O korku salındı mı artık ne karşımdakinin ne söylediğini dinleyebilir olurdum, ne de güzel olan herhangi bir şeyden keyif alabilecek. 3. boyut kayboldur, gölgenin dışındaki tüm alan derinliği çöker, uzam çöker, uzay çöker, hepsi gölgenin kara deliğinde yok olurdu. Benim dışımda kimsenin görmediği, bilmediği bir korku. Uzay ve uzam çöktüğü için tüm korkular bir arada sökün ederdi; tüp bitti, haciz memuru geldi, elektrik kesildi, ödevimi yapmadım, hakaret işiteceğim, çok hastaymış, dayak yiyeceğim, parası yok, sınıftan atılacağım, kiramı ödeyemeyeceğim, yetiştiremeyeceğim, istenmiyorum, kaybolmuş, hak etmiyorum, sıkıntısı var, yeterince iyi değilim, daha iyisini yapabilirdim… Her iyi şeyi yutar, birikmiş tüm kaygı ve korkuları geri kusardı gölge. Soğuk soğuk terlerdim. Dizlerimin bağı çözülür, omurgam karıncalanırdı. Başım dönerdi. Gölge içine beni de çekecek, kimsenin henüz çakmadığı korkularım karşısında tüm kontrolü kaybedeceğim diye daha da korkar, gölgenin içine daha da çekilirdim.. Şansıma çok iyi bir psikiyatrdan tedavi ve psikoterapi gördüm. 1 senenin sonunda ben iyiyim, dedim. O da bana iyisin dedi.

Yaklaşık 3-4 sene sonra gölge yine ziyaretime geldi. Bir ormanın içindeki küçük bir ahşap kulübede. Hiçbir eğitimi ve onaylanmış yeterililiği olmadığı halde, tetikleyici olma ihtimali çok yüksek “psiko-drama” çalışmaları yapan bir yoga eğitmeninin inzivasında. 1 sene önce kaygı ve stresli hallerime çok iyi geldiği için rüzgarına kapıldığım yoga bu sefer sinir sistemimi fazla zorluyordu. Sabah akşam yoga yapmaktan, kalabalıktan, yukarıda bahsi geçen çalışmalardan dolayı hem fiziksel olarak hem de psikolojik olarak bitap haldeydim. Gece uykum 10 dakikalık dalmalardan/dalmaya çalışmalardan/dalmak için mücadele etmekten ibaretti. Kafamın içinde onlarca ses konuşuyordu. O yetmezmiş gibi kulübenin camına kuşlar çarpıyor; gecenin 3’ünde gürültü ile ahşap merdivenleri çıkılıyor, kapıya çıktığımda karşıma karnı boydan boya dikişli, yaralı dev bir köpek çıkıyordu. O kulübede tetiklenen anksiyete ve insomnia yaklaşık 2 ay sürdü. Yerin altında dar bir tünelden sürüne sürüne geçmek gibi geçti o 60 gün. Demem o ki geçmek bilmedi. Kanepede oturmuş bir kitap okurken duvarları yıkarcasına, altımdaki yeri sallarcasına gölge içeri giriyordu, benden başka kimse görmüyordu ama o gelip benimle yazılı keimelerin arasına oturuyordu. Odadan kaçıyordum başka odaya, peşimde. Ordan banyoya seyirtiyorum, o da peşimden. Sonrasında kendi yolumu bulup üstünde çalıştıkça, doğru bir ritm ve yoğunlukta yapılan yoga, nefes çalışması ve meditasyon ile o günler çok geride kaldı. Herhangi bir hassasiyet içermeyen, gereğinden fazla yourucu ve talepkar uygulamanın yerine hassasiyet ve dengeli bir uygulama koyunca gölge küçüldü de, küçüldü. Kaybolduğum ormanın içinden kendi yolumu açıp/bulup çıktım.

Dev canavardan bir yün yumağına..

O süreçte yoga sayesinde gölgeyi önce bir hap kadar küçülttüm sonra da yuttum ben, o beni değil ama ben onu yuttum. Elbette yoga sayesinde artık kaygı nedir bilmez değilim, zira yaşadığımız coğrafya belli. Psikolojimin bağışıklık sistemi düştü müydü yeniden yakalar beni. Artık karşıma geçip oturan dev bir gölge değildir, midemde yün bir yumaktır. Bir düğümdür. Ne zamanki sindirimim güçlü, cesaret ateşim yüksek, hiç bilmem bile ne olduğunu ama ne zamanki kötü ve üzücü şeyler olur dışarda, o zaman orda gücünü yeniden bulur. Ormanlar yanar, bombalar patlar, çocuklar ölür. Ben burdayım der, selamlaşırız, o düğümle yatar, o düğümle kalkarım. O zaman o düğüm herhangi bir şeyden keyif ya da zevk almamın önüne yine geçiverir. Artık dışarıda değil, içeridedir. Eskisi kadar büyük ve güçlü olmasa da.. Ama biliyor musun sevgili okur, düğümün yanında iyimser olmasa bile umut hep vardır. Ormanları söndürmek için canını dişine takan insanlar vardır mesela, doğayı anası gibi değil evladı gibi görüp koruyup kollamak için bir araya gelen insanlar, bombalardan korkmadan tehditlere rağmen sokakları dolduran insanlar, sadece kendisi için değil hiç tanımadığı insanlar için de, bu senin düşmanındır yalanlarını yemeyen, adalet, eşitlik isteyen, her geçen gün barbarlığa doğru biraz daha sürüklenen bu güzel soluk mavi noktanın üstünde o barbarlığa bırakacak ne pabucu ne de onuru olan insanlar vardır. Arzu ettiğimiz kadar çok değildir belki sayıları ama midelerinde yün yumaklara, peşlerindeki gölgelere rağmen bu insanlar el ele durdu muydu başka bir dünya mümkündür.

Geçen hafta Datça 2 gün boyunca yandı. Bilen bilir, dünyadaki cennetlerden biridir yanan yer. Yangının kontrol altına alındığı haberi gelmeden önce sabah vakti midem yün yumağı ile tıkış tepiş denize gittim. Biraz yüzdüm, biraz seyreyledim. Hala düğüm düğüm içim, ormanın içinden geri dönüş yoluna geçtim. Oydu buydu derken aklıma "az maliyet çok verim" peşinde paramparça edilip, öldürülen toprakları nasıl yeniden canlılık ile doldurup diriltebilliriz’i öğrendiğimiz toprak eğitimi geldi. Mantarları, miselleri, bakterileri, protozoaları, amipleri düşünürken ağaçların arasındaki yolda yürümeye devam ettim. Midemdeki düğüm yavaş yavaş çözülmüş. Bir baktım ki yok. Kaygım azalmış, neşem geri gelmiş. Önceden gölgenin kulağıma fısıldadığı, lime lime eden sözcüklerin yerine benim ona fısıldadığım lime lime iplikleri birbirine yeniden bağlayan sözcükler gelmiş. Fark etmeden…

Dünyanın yangınlarıyla kaygı yükseldiğinde içinizde ve dışınızda tutunacağınız iyi, anlamlı ve üretken şeyleri çoğaltın derim. İyileştiren eyleme dair, yıkılanları daha iyi bir şekilde yeniden kurmaya dair sözcük dağarcığınız genişledikçe genişlesin. Yoga elbette fiziksel, enerjetik ve zihinsel  varlığınıza dönük şifalandırıcı bir çalışmalar bütünü. Ama yalnızca ölümlü bir beden ve karanlığa karışacak bir bilince yapacağınız iyi olma yatırımı (wellness/mindfulness/yoga vb sadece bireye ya da işin sadece bu kısmına odaklanan pratikler) sizi sığ sularda yüzdürmekle kalmaz bir bakmışsınız sığ sularda boğuluyorsunuz. Ben’e baktığımız kadar biz’e de bakalım, ben’e özendiğimiz kadar biz’e de, “ben”i iyileştirmek arzusu duyduğumuz kadar “biz” i de şifalandırmaya.. Yaşamın göz alan sevinci bir an sonra solacak olmasından, ama “ben” solduktan sonra “biz”in toprağında bakteri olacak, mantar olacak, protozoa olacak, amip olacak. Ne o? Hoşunuza gitmedi mi? En azından bir çiçek mi olsaydık diye geçiyor içinizden? 

Çiçek vakti, ŞİMDİ. Hadi...

Erginlenme Törenim

Bu yazı tam 3 sene önce 17 Ağustos’tan 1 hafta önce, bugün hepimizin paylaştığı büyük bir öfke içimden dışarı lav eriyiği gibi taşmak istediğinde yazıldı. Sonra insanları üzmemeliyim, öfkeyi büyütmek yerine onlara moral ve destek olamlıyım diye düşünerek yazıyı blog’dan aynı gün kaldırdım. Bizim yoga köyünün ve ışıltılı yoga dünyasının mahalle baskısı da budur işte. Pozitif olana bakalımcılık, acıtanı, üzeni, öfkelendireni değil “iyi tarafı” görelimcilik.. Ders saatlerine zam istediğinizde ya da sosyal haklarınız için talepte bulunduğunuzda yoga stüdyolarındaki diğer yoga hocası arkadaşlarınız sizi yalnız bırakmakla kalmaz, sizden uzaklaşır da. Sömürüyü açık etmek ve hakkını istemek ne de olsa stüdyo patronu yoga hocalarının ve onların favori hocalarının tekelinde olan “love speech” / sevgiyi büyütme” dışındadır. Hate speech’i büyüten “fazla sert” bulunan kişi ilan ediliverirsiniz. İşte birbirimizle üzülmeyelim, moralimiz bozulmasın, güzel şeylerden bahsetelim diye diye gerçekleri tüm çıplaklığı ile konuşmaya konuşmaya geldiğimiz yerde öyle ama öyle üzgünüz ki, tarifsiz bir acı içindeyiz. Bu yazıyı geri koyuyorum zira altına döşenen müzikler, kuran okunmaları eklenmiş, slow motion (yavaşlatılmış) görüntüler ile gittikçe soyut ve dramatik de bir acıya batar olduk. Yabancılaşma ve duyarsızlaşma kapı eşiğinde..

1999 17 Ağustos gecesinin kişisel bir hikayesi, çok kişisel hem de. Bir tanıklık. 6 Şubat’ın hikayelerini çok sonra duyabileceğiz belli ki. Bu sefer daha da büyük. Depremden 10 yıl sonra panik atak tedavisi için psikiyatristin karşı koltuğuna oturduğumda aklımda hiç deprem yoktu mesela. Durup dururken yüksek binaların içinde açık pencerelerin yanına gitmekten korkar olmuştum. Kendime hakim olamayıp aşağı atlarım diye. Bunun deprem ile ne ilgisi olabilirdi ki?..

Buyrun.

“Yetişkinlik suçluluk duygusu ile yaşamaktır.”

“Çocuğumu atıcam, tutun!” diye bağırdı 5. katın balkonundan. Başımı kaldırdım, karanlık, korku ile dolu silüet panikle balkondan sarkmış, iki kolunun arasında ana kucağında bir bebek tutuyordu. Hani attı atacaktı. Yanında karısı ağlıyordu.  Refleks olarak kollarımı uzattım, tutmaya hazırlandım. Hani atsa tutacaktım. Kollarımı uzatarak verdiğim tepki kadar hızlı, atsa da tutamayabileceğim geçti aklımdan. Sadece 47 kiloydum, atsa belki kırılırdı kollarım. “Sakin olun” diye cevap verdim adama. “gaz kokuyor “diye feryat etti adam. Sesi kırılıyordu. Bir öceki “atın tutucam”dan daha korkuluydu. Hani ağlasa ağlayacaktı. Az önceki özgüven yerini çaresizliğe bırakmıştı. Belki de kendi sesindeki kararlılıktan kendi ürkmüştü. Atmak zorunda olamaktan. “Biz ölürsek ölelim, bari çocuğumuz yaşasın” dedi.

İşte erginlenme törenim başlamıştı. 18 yaşında idim, 4 ay önceki seçimlerde ilk oyumu kullanmıştım. Sola, daha da sola, diyen bir partiye. Henüz ülkede ne olup bitiyor bilmiyordum, solcu muydum henüz onu da tam bilmiyordum. Sorsalar anarşizm lakırdıları ederdim. Hem o yaz kızları yaşıtım diye yaz tatili için birkaç günlüğüne gittiğimde yanıma Anarşizm başlıklı kalınca bir kitap aldığımdan olsa gerek arkadaşımın babası bana anarşist diye de sesleniyordu. Ama bildiğim bir şey vardı, o da “sağcı” olmadığım idi. Geleneksel olan, şovenist olan, muhafazakarlık adı altında kadına karşı ve dolayısı ile tüm toplumsallığa karşı hep iki yüzlü olduğunu gözlemlediğim, çifte standartlı bir özgürlük ve namus anlayışı olan ne varsa içinde doğup büyüdüğüm ve etrafımın sarıldığı, işte ondan yana olmadığımı biliyordum. Ana haber bültenlerinde, sürekli birbirinden bet suratlı polisler tarafından acımasızca dövülen genç ve pırıl pırıl üniversite öğrencileri görüyor, gördüğüm karşısında hangi tarafta olduğumu çok iyi biliyordum, bir de sürekli bir “yardım ve yataklık” lafı duyuyordum. Bir gazetenin manşetinde tek kurşunla vurulmuş kundakta bir bebek fotoğrafı görüp üzülüyordum. Yıllar sonra o bebeğin kim tarafından nasıl vurulduğunu bir kitapta öğrenecek olsam da ülkede ne oluyor tam olarak bilmiyordum henüz.

Ama bir gecede dünyada ne olur öğrenmek üzereydim. Çocukluk bitiyor, bir yetişkin oluyordum. Bu topraklarda kadının üstüne düşen evlenerek ve çocuk doğurarak değil. Taze evli bir çiftin, yeni dünyaya getirdikleri bebeklerini, sıska kollarımı uzatarak tutmaya hazırlanarak erginleniyordum.

Tekrar “sakin olun” dedim, “gidin vanayı kapatın”. Adam “havaya uçucaz, çelik kapı kilitlendi açılmıyor” diyen adam, olur da çocuğu atarsa diye hala kollarımı uzatmış  bekleyen bana yalvarıyordu. “Bebeği atmayın, tutamayabilirim” diyordum. Etrafta insanlar dibe çökük ama ayakta duran apartmanlardan, yerin altından çıkan zombiler gibi dışarı koşuyorlardı. Kendini dışarı atan şok içinde yana yatmış, yere gömülmüş binaların altında dev göz bebekleri ile etrafa bakıyordu. Uzaklardan çığlıklar, feryatlar geliyordu. 6-7 yaşlarından bir kız çocuğu bacağıma sarılıyordu. Ne tuhaf çocuklar korkunca büyüklerin bacağına sığınıyordu. “Panik yapmayın ve bir daha deneyin” dedim. Adam az daha sakinlemiş olacak ki balkondan sarkmayı bıraktı, ana kucağı ile kollarımın arasına atılmayı bekleyen bebek tamamen hayatımdan çıktı. Döndüm, bacağıma sığınmış olan küçük kız yine anne babasını soruyordu. Toprağın içine 1-1 buçuk metre gömülmüş apartmanlardan çıkarken insanlar tırmanıyordu. Bu tırmanışı, bana ondan tam 19 yıl sonra Hindistan Agra’da cenaze kaldıran, toprak yığınlarının üstünden tırmana ine yürüyen, beyazlar içinde ama beyazları toz toprak içinde yüzlerce insanı gördüğümde de hatırlayacaktım.  Hala aynı şok ve dehşet içinde binaların altında duran insanlara seslendim “Şuradaki boş arsaya gidelim, binaların altı tehlikeli” diye. Onlarca insanı peşime takıp yolu geçerek arsaya çıktık. Gözü alan bir araba farının ışığında gördüm ki yüzlerce insanın pijamaları, ev  ve uyku halleri içinde, bu hale dehşetli bir tezat içinde sağa sola koşturuyordu. Bu kadar çok korkuyu bir arada ilk ve şimdilik son kez görüyordum. Gözler kocaman açılmıştı ama herkes kör gibiydi. Çocukluğum boyunca sürekli bahsi geçen mahşer bu olmalıydı. Tam anlattıkları gibiydi. Ne görkemli bir yıkımın içinde olduğunu henüz farkında olmayan bu korku dolu gözler bunu gün ışıyınca görecekti. Şimdilik kördü. Korkudan herkes kör olmuştu. Sanki yaşadığım mahalle, muhit, semt ve sonunda şehir ışıkları parça parça yandıkça büyüyen bir sahne idi. Dev bir sahne. Battaniyeye sarılmış henüz kimlerin nesi olduğu kestirilememiş köşede yatan ölüler, kimin nesi olduğu bilinmiş, yıkanmak üzere sağlam kalmış 2 katlı ata evlerine yatırılmış ölü çocuklar, yardım isteyenler, yardım etmek isteyenler, arayanlar, kaybolanlar, çalanlar, korkup kaçanlar, korksa da kalıp insanları cam kırıklarının arasından çıkaranlar, hakim tarafından kırılmış dev kalemler gibi yerlere uzanmış minareler, bakkallarda kuyruk olanlar, çıplak kalanlar, arkaya bakan daireleri artık öne bakan çökmüş binalar, çukurlar; sanki tüm yüksek binalar yıkılmış, devrilmiş, toprağına çökmüş, selam verir gibi boyun bükmüştü ve gökyüzü açılmış; kesintisiz bir sahnede bir trajedya oynanıyordu. Benim erginlenme törenim. Sonra açıklanacak resmi rakamlara göre 17 bin, 10 yıl sonra açıklanacak resmi rakamlara göre 18 binden fazla insan benim erginleme törenim için ölmüştü. Binlerce insan enkazların altında çığlık çığlığa idi, sallandıkça daha çok dehşete düşüyor kimisi de  huzur bulup ölüyordu. “Kimse yoktu” bir ben vardım dünyada. Tüm gösteri benim içindi, tüm sahne benim için hazırlanmıştı. Ben neredeysem dünyanın merkezi orasıydı. Bu benim törenimdi. Öyle yetişikin olmak dünyanın güneş etrafında kaç dönüşüne şahit olduğunda olmuyordu. İlk sallanmaya başladığında da sedece 5. katta, bizim yaşadığımız dairenin altında oluyor ne olduysa sanmıştım. Sadece bizim ayaklarımızın altında. İnsan denen “duyarga” ne duyuyorsa ne hissediyorsa sanıyor ki sadece ona oluyor, hayatının öznesi olmak gibi bir “kader” ile lanetlendiği için sanıyor ki kendisi bir kara delik. Olan ne varsa yok olmadan önce onun içinden geçecek. Ne oluyorsa diyorum ki çünkü ilk başladığında ne olduğunu bilmiyorum. Çok güçlü bir şey oluyor, ayakta durmak imkansız. Çok güçlü bir şey oluyor uyumaya devam etmek imkansız. Aslında rüyada sahil kenarındayım, alacakaranlık. Alaca karanlıktan çok daha koyu bir karanlık var, bir insan bu karanlık ama sadece kopkoyu bir gölge. Denize doğru bakarken deniz sallanmaya başlıyor, gök sallanmaya başlıyor, gölge sallanmaya başlıyor, gölge dizlerinin üstüne düşüyor ve dev bir hayvan böğürüyor. Can çekişen bir hayvanın sesi olabilir bu ses. Belli ki yerin altındaki dev yılan sadece kuyruğunu sallamakla kalmıyor, böğürüyor da.

Uzaktan, yerin altından değil ama çok uzaktan gelir gibi babamın sesini duyuyorum. Hayvanın böğürtüsü sandığım şey “kızım” kelimesinin korkunç bir gürültünün içinde yitip yitip yeniden yükselmesi. Bir süre sonra, muhtemelen birkaç saniye sonra, beraber birkaç denemeden sonra koridora çıkacağız. Bir el tarafından sıkılıp sıkılıp bırakılan bir plastik topmuş gibi bina, tavan üstümüze gelip gelip geri çekiliyor. Yıkılmamak için dirayet neymiş ben o duvarla tavandan öğreniyorum o gece. Baba, diyorum, ne oluyor? Elimde yastık kafamın üstüne tutsam da bilmiyorum bildiğimi. “Zelzele” diyor babam. O sırada babamın kolunun altında, kafamın üstüne tuttuğum yastık ve titreyen çenemde birbirine çarpan dişlerim ile hala çocuğum. Çocukluğun son birkaç saniyesi…

Binada ilk çıktığımda takılıp düşüyorum. Bir bakıyorum, apartman yıkılmamış ama bir çocuğun eli ile kuma oturttuğu bir kavanoz gibi kendi toprağına biraz daha derine gömülmüş. Hemen karşıdaki apartmana bakınca görüyorum ki diğer apartmanlar bizim içinde olduğumuz yapı kadar dirayet gösterememiş.

4. kattan inmeme rağmen sokağa ilk çıkanlardan biri olmama şaşırıyorum. İlk katı tamamen ortadan kaybolmuş, üst katın balkonunun alt katın zeminine oturduğu dairede yaşadığını bildiğim küçük kız, ilk gördüğü insana, bana doğru koşuyor, bacağıma sarılıyor. Benden anne, babasını soruyor. Üst üste binmiş balkonlara bakıyorum, durum pek ümit verici değil. Cevap veremesem de minik elini sıkı sıkı tutuyorum.  Balkondan düştüğünü söylüyor. Dışımdan “Yanımda kal” diyorum, iyi ki düşmüşsün diyorum içimden, iyi ki o balkondan düşmüşsün. Çok güzel bir kız çocuğu, saçları toz içinde, yüzü toz içinde. Saçını okşarken o çığlığı duyuyorum,

“Çocuğumu atıcam, Allahını seven tutsun.”

Küçük kızın elini bırakıp kollarımı uzatıyorum. Erginlenmeye hazırım.

Yogabakkali Mart 2022 Mektubu

Biraz dramatik unsur, biraz basitleştirilmiş, çelişkiden özgür hayat formüllerine kanmayacak kimse azdır. Çünkü kolaydır, hızlıdır ve bir ihtiyacı karşılar. Hissetme ihtiyacı. Duygulara seslenmek her zaman reklamcılar ve ana akım siyasetcilerin ortak tercihidir. Birtakım kahramanlıklar, onurlu duruşlar, karakterli tercihler, seçkin zevkler, sevilme isteğimize sürekli vuran ama durmadan da yetersiz, hep eksik, işten anlamaz ve birinin söyleme ve onayına muhtaç hissettirilişlerimiz.. Gülü veren dikeni de verir ama göstermez. Sonra gezer dururuz etimize batan dikenle.

Sadece huzur istiyoruz halbuki değil mi, şu uçucu, geçici, elimizden kaçıcı hayatta biraz mutluluk. Çok mu şey istiyoruz? Elbette hayır. Ama bana öyle geliyor ki sığ ama bir o kadar tehlikeli sularda arıyoruz bu isteğe cevapları. İstiyoruz ki formüller olsun, o formüller basit olsun, kolay uygulanabilir olsun, evdeki malzemeler ile olsun, dayanıklı olsun, her koşula uyarlanabilir olsun… Üzgünüm ama her koşula uygun bir mutluluk formülü sizi deli yapar. Sevdiğiniz biri öldüğünde mutlu olamazsınız, savaşırken, acı çeker iken, karnınız aç iken, soğukta üşür iken.  Hayatımıza, o hayatın neresinde durduğumuza dair sloganlar, arkasına duygusal müzik döşenmiş videolar, herhangi bir çiçek olur, masum ya da güzel bir yüz olur dramatik birtakım öğeler ile gönlümüzü, komedi kadar ihtiyacı içinde olduğumuz trajedi gösterisini de bize sunan içerikler, içerikler. Son bir haftadır dünyada bir şeyler oluyor malum. Bu olan şeyin bir de bir nehir gibi sosyal medyada akan fikirleri, yorumları, görüntüleri, sesleri ya da kavgaları da var. En bir hippi, en bir çiçek çocuk, en bir yogacı kimseler sırf içinde uzun bir tutam sarı saç, iki çiçek var diye militarist görüntüler paylaşıyor, yanına da kalbini bırakarak. Kendi ülkesinin bayrağına, milliyetçiliğin şoven tarafının çok kolay malzemesi olduğu için herhangi bir alanda kullanmaktan imtina edenler başka bir milliyetçilik ve bayrak şovenizminin içinde yüzüyor, farkında mılar bilmem. Sırf içinde birkaç güzel kadın yüzü var diye kamuflajlı, ağır silahlı insanlar hayranlıkla birbirine gösteriliyor, bence bir çeşit porno bu. Bunları siz de yaptı iseniz ve şu an irite hissetti iseniz ve kırılgan ego okumayı bırakmanız için dürtüyorsa lütfen bırakmayın. Kimseye saldırmak deği niyetim  zira saldırganlık yeterince her yerde. En duyarlılar en çok saldıranlar, tuhaf bir çelişki değil mi. En duygusal olanların, duygularına gem vurmayıp hayatta her şey, her çelişki ya da zor durum duygular ile çözümlenebilir, ifade edilebilir ve böyle de olmalıdır diyen bir duygular şelale tarikatı var adeta.

Bazen korkunç haberler duyarız, herkesin tüyleri diken diken olur. Herkes çok üzülür. Bir çocuk ya da kadın cinayeti örneğin ya da bir kaza, afet. Ölen ya da kötülüğe uğrayan kurban ne kadar güzel ise maalesef tepki o kadar büyük olur, ne kadar masum ya da namuslu ise kamuoyu o kadar sert tepki verir. Kaybolan çocuğun büyük renkli gözleri, hiç tanımadığı ve hiç tanıma şansına sahip olamayacağı insanların sosyal medya hesaplarına daha yaraşır, dikkat çeker ve kareyi süsler güzel fotoğraflar vermiş ise daha görünür olur. Üzgünüm, formüller ve her türden drama ihtiyacının bizi herkesin bir medyasının olduğu  bugünde getirdiği yer burasıdır. Çok soğuk ve karanlık bir yer burası. nemli bir bodrum, bir işkencehane. 

Burada binlerce ağaç ve hayvan yanarken sosyal medyası bol takipçili pek çok insan sadece burada olmuş olmak için, isli yüzleri ile baretler ile kahramanlık eylerken görüntüler vermek için koşarak gelmiş ki ben bir çoğunu aylar sonra gördüm. Takipçi kitlelerin drama ihtiyacından gelen ilgisini hortumlayan fotoğraflar görüyorum biraz geri gidince.

Biraz can sıkıcı bir mektup oluyor bu mektup, farkındayım sevgili okur ama biraz canımız da sıkılcak, sonra gevşeyecek. Yine sıkılacak. Kaçarı, uçarı yok. yarın tüm dünyaya barış gelse bu yine olacak. Canım sıkılmasın dersen hakikate, dolayısı ile yaşama da arkanı dönersin. Formüllerle yürüyor mu gemi? Samimiyetle sormak isterim. Mesela yarın ölecekmiş gibi yaşa, hiç ölmeyecekmiş gibi çalış. Çok iyi geliyor bir an kulağa. Tıkır tıkır işler bu formülmüş gibi. Ama insana baktığın zaman, insana dair olana, orada hep çelişki vardır. Çelişkiler ile yaşamaya tutunmaya devam edersin. Formüller çelişkileri çözemez, zira acılar mutluluklarla eşit değil. X herhangi bir şeye mutlak bir şekilde denk değil. Şu kadar y verirsem bu kadar z alamam. Çelişki bakidir. 

Hayatın olduğu yerde, insan bakışının değdiği her yerde çelişki vardır. En büyük çelişki insan olmaktadır, tüm insanlığı sevmek kadar kolayı komşundan nefret etmektir ya. Hayatın kendisi de tam olarak öyledir, canlılık inanılmaz güçlü ve bir o kadar kırılgandır. Binlerce fikir ile, anı ile, plan ile ışıl ışıl bir beyin bir anda sönüverir.

Yarın  ölecekmiş gibi yaşamak, hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmak gibi formüller ile, bir şeyde sadece doğru ya da sadece yanlış görmeye çalışmak yerine çelişkiyi görmek, çelişki ile, rahatsızlık ile kalmak mümkün müdür? "Meseleler gerçekten çözülmez. Sadece dağılıp sonra yine bir araya gelir. Tüm bunlar için alan açmak mümkün mü? Keder için yer, rahatlama için yer, acı için yer, sevinç için yer."* Sinir sistemi böyle çalışır. Can bir sıkılır bir rahatlar, kalp bir kasılır bir gevşer. Kafamızdaki formüller ile kategorileri yerli yerine yerleştirip kendi hayatlarımıza devam edebilme hakkını kendimize vermeden önce o rahatsızlık ile kalmak mümkün mü? Ben sadece biraz huzur istiyorum deyip hakikate arkanı dönüp coşkun duyguların sığ ussallaştırmalarına sırtını yaslayabilirsin ama huzur gerçekten orda mıdır?

Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler kitabını okuduğumda 15 yaşında idim, bir ergen olarak kitaptan bir sürü sözü bir formülmüşçesine defterlerime not ettim. Karakterlerden birinin ağzından acı ile ilgili bir parça aşağıda. Hazırsanız size bir formül veriyorum, alıp lazım olduğunda kullanmanız için değil, içindeki çelişkiyi görüp üstünde biraz düşünmeniz için:

“…Buradaki herkes acıyı öğrenecek; eğer elli yıl yaşarsak, elli yıldır acıyı biliyor olacağız. En sonunda da öleceğiz. Bu doğuşumuzun koşulu. Yaşamdan korkuyorum! Bazen ben- çok korkuyorum. Herhangi bir mutluluk çok basit gibi geliyor. Yine de her şeyin, bu mutluluk arayışının, bu acı korkusunun tümüyle bir yanlış anlama olup olmadığını merak ediyorum... Ondan korkmak veya kaçmak yerine onun... içinden geçilebilse, aşılabilse. Arkasında bir şey var. Acı çeken şey benlik; benliğin ise-yok olduğu bir yer var. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama gerçekliğin, acının gerçekliğinin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen. Eğer sonuna kadar ona dayanabilirsen.”

*Herşey Darmadağın Olduğunda, Pema Çödrön, Okyanus Yayınları 

MART'ta bakkalda ne var?

14-17 Nisan'daki Kalbin Toprağı Bahar Yoga Kampı Kapadokya'nın kayıtları başladı. En fazla 10 kişinin katılımı ile Ürgüp'te Gül Konakları'nda gerçekleşecek. 

Bu inziva her seviyeden katılımcıya açıktır.

Kampa katılmak için sizi tanıyor olmam ya da kendinizi tanıtmanız gerekmektedir.

Grup ruhuna uyumlu iseniz kampa katılabilirsiniz.

Neşenin hiç olmadığı kadar yükseleceğine, çok büyük kahkahaların atılacağına ve çok iyi vakit geçireceğimize emin olsam da amaç eğlenmek değildir.

Evet, niyetimiz biraz uzaklaşmak, dinlenmek ve kendimizi dinlemek olsa da bu bir tatil değil, 

Yoga derslerine katılımın öncelik olduğu ve mistik enerjisini ile bizi saran çok özel bir yer olan Kapadokya’da gerçekleşecek 

yarı inziva-yarı kamp olarak düşünülmüş bir çember niyetidir.  

Cuma, cumartesi ve pazar kahvaltıya kadar sessizlik uygulaması yapılacaktır. 

Ne sabah ne de akşam derslerinde cep telefonunuza pratik alanında izin yok.

Perşembe akşamı 16:00’da yoga alanında buluşup 16:30’da bir yin yoga ve yoga nidra dersi ile başlayacağız.

Geldiğinizde olgunlaştırmak üzere bir niyet ile gelin. Bu (sankalpa) size iyi gelmeyen ya da sevmediğiniz herhangi bir alışkanlığı bırakmak olabilir, 

herhangi bir yenilik için alan açmak olabilir ya da direk bir şey dilemek olabilir. 

Bir şeye, olgu ya da sürece "kalbin toprağı"nı hazırlamak gibi düşünebilirsiniz. Toprağı hazırlamak, suyunu vermeye devam etmek bizden,

gülün açıp açmaması kısmet. 

Program

Perşembe: 16:30-18:00 Yin Yoga ve Yoga Nidra

Cuma-Cumartesi: 

07:30-08:30 Nefes çalışmaları ve meditasyon 

08:30- 09:50 Güçlü Hatha Yoga Akış

10:00 Kahvaltı

Kişisel zaman: Bu zamanlarda Kapadokya’nın birbirinden güzel ve özel vadilerinde uzun yürüyüşlerine katılmak isterseniz ona göre günlük plan yapılacaktır. 

17:00 -18:15 Yoga Terapi Dersi

18:30 Akşam Yemeği

Pazar:

07:30-08:30 Nefes çalışmaları ve meditasyon

08:30- 09:50  Hatha Yoga 

10:00 Kahvaltı

12:00 Check-out