Yogaya Dair 10 Maddelik 10 Yazı 4

Yogaya Kaynak, Yogaya Rehber ya da Yoganın Etrafında Dolanan 10 Kitap:

Yogaya yeni başlamış ve hızlıca tadını almış meraklı ve bilgi sever insanların sorularındandır; bana bir kitap önerir misin, yoga hakkında daha fazla nasıl bilgi sahibi olurum. Genellikle hiçbir kitap önermem, derim ki daha fazla bilgi sahibi olma, önce deneyim sahibi ol. Zira yoga deneyim temelli bir kavrayış icap eder. Elbette “sen sadece pratik yapmaya devam et, hepsi içine doğacak” demeyeceğim, zira Patthabi Jois değilim. Diyeceğim o ki zaman ver, deneyim biriktir sonra zaten sen değil okuman gereken kitaplar seni bulacaktır. Hatta özellikle sonra oku, sana onca yoga hocasının anlattığı bilgileri hikayeleri önce al ama sonra mutlaka anlattıklarını kaynağından bir de sen oku. Bilgi sorumluluk da getirir çünkü. Doğru bilgiyi yayma, yanlışı ayıklama sorumluluğu. Ne okusam’dan ziyade ne okumazsan olmaz 10 kaynak kitabı yazdım:

  1. Upanishadlar: Upanishadlar meşhur Vedalar’ın ardılları, hatta Vedanta, vedaların sonu. Vedalardaki düşünce ve bilgileri derleyen metinler de diyebiliriz hatta iç içe geçmişlerdir, geç dönem Vedaların bir kısmı Upanishadlar’a karışmıştır da. Veda’lar bir grup ayrıcalıklı rahibin, -hatta işgalci Ari halkının elitleri diyebiliriz bu kişilere- aracılık ve kullanımına özel iken Upanishadlar ile bilgi halka inmiştir. Hatta bir tanesinde öğretmenlerden biri öğretiyi eşine yani bir kadına aktarır, bir diğerinde kadın filozoflar konuşur. Kutsallıktan ziyade bilgiyi aktarmaya dönüktür. Kelime anlamı olarak da “Kır dizini, otur yanıma, anlatacaklarım var” diye çevirmek yerinde olur. Şanslıyız ki Türkçe’ye nimet gibi insan Koray Kaya sayesinde Sanskrit aslından çevrilmiştir. İş Bankası Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi’nde bu önemli klasik metinlerin 13 tanesi kitap haline gelmiştir. Upanishadlar’a dalmadan önce mutlaka Korhan Kaya’nın Upanishadlar Üzerine başlıklı önsözünü es geçmeyin. Hedefe odaklanıp çok şey kaçırmayın.

  2. Patanjali’nin Yoga Sutraları: Yoga-Sutralar’ın yazarı Patanjali ile gramerci Patanjali aynı kişi midir, sutralar tam olarak ne zaman yazılmıştır tartışıladursun bu metinlerin pek çok yorumu söz konusudur. Klasik yoganın kaynak metinleri diyebileceğimiz bu ayetleri (sutra, ipcik demek) okuduğunuz zaman ard arda sanskrit kelimeleri telaffuz ederken bulursunuz kendinizi. Zira ne yüklem vardır ne de özne. Bu yüzden de bu metinlerin yüzyıllardır çeşit çeşit tefsiri edilegelse de, Türkiye’den yogacılar dahil, bu yorumlamalar bitmeyecektir. Çünkü biraz nasıl bir yogadan bahsetmek isterseniz öyle de yorumlayıp takipçilerinize aktarabileceğiniz bir yapısı da yok değilidir. Bu spekülasyonlar bir tarafa en önemli yorumlar Veda-Vyasa (7-8 yy), Vaçaşpatimitra (9.yy) ve Kral Bhoja (11.yy)’nın yorumları en çok kabul edilen ve (raja) yogaya temel olan yorumlardır. Tabi ki bu yorumların da üstüne pek çok yorumlar geldi. Yoga sutralarının bugün de yeni yeni yayınlanan youmları zaten direk sutraların değil Vyasa ya da Bhoja’nın yorumlarının ışığında yeniden bir okunması. Türkçe’de farklı yayınlar var, ingilizce okurum derseniz Iyengar’dan isterseniz Desikachar’dan da okuyabilirsiniz. İnternette e-book olarak bulmak zor olmayacaktır.

  3. Iyengar Yoga’ya Işık: Bu kitap daha oldukça taze Türkçe’de. Oldukça da kalın bir kitap. Bol bol da Iyengar’ın bizzat kendisinin pozları yaparken çekilmiş fotoğrafları ile bezeli. Tek tek pozları teknik ve etkileri ile beraber anlattığı bir çeşit hatha yoga külliyatı diyebiliriz. Zaten kapağına da yazmışlar “Yoga Pratiği için Kusursuz Bir Rehber” diye ve içeriğine bakınca haksız da değiller. Tüm pozların yanı sıra yogaya dair özet birtakım bilgiler mevcut, asanalar kısmından sonra pranayama’ya özel bir bölüm de var. Nefes çalışmaları detaylı bir şekilde aktarılıyor. Iyengar yoga stilinde önce asanalarda deneyim ve derinleşme kazanıldıktan sonra pranayama çalışmaları uygulamaya katılıyor, o yüzden de asana dökümünden sonra karşınıza bu bölüm çıkacak. Kitabın sonunda bir terimler sözlüğü mevcut. Bu da pratik minik bir sözlük ve sanskrit kelimelere aşinalık katması açısından yararlı; kitabı okurken ya da bağımsız bir şekilde göz gezdirilebilir. Tek bir uyarım var; kitabın içinde asanaların terapötik uygulamasına odaklanan ve en başta kendisi pek çok insanı yoga aracılığı ile iyileştirmiş olan Iyengar’ın eklediği “Çeşitli hastalıklar için şifalı asanalar” bölümüne dikkat. Iyengar günde 7-8 saat çalışarak, kendisine gelen insanların üstünde uzun uzun çalışmak sureti ile vardığı birtakım sonuçları paylaşıyor ancak siz oradan derdinize denk düşen bir asana’yı alıp hele de bir uzmanın gözetimi olmadan yapmaya girişirseniz hiçbir fayda sağlayamayacağınıza emin olun. Onun yerine bir Iyengar Yoga dersi ya da yoga terapi sınıfı bulup ona katılın, düzenli pratiğe başlayın. Yoksa komşunun antibiyotiğini içmekten daha az cahilce bir yaklaşım olmayacaktır.

  4. Siddhartha - Herman Hesse: Buda’nın hayatından esinlenen, Buda’yı anlatan bu kurmaca eser ünlü yazar, benim şahsen dilinin yumuşak ve sade inceliğine hayran olduğum Herman Hesse’nin en ünlü eserlerinden. Henry Miller’a “..benim gözümde, kutsal kitaptan kat kat üstün bir ilaçtır.” dedirtmiş bir kitap. Henry Miller’ın bu zamanına göre oldukça iddialı beyanının yanında hafif kalsa da edebi değeri de oldukça yüksek bir eser söz konusu olan. En güzel kısmı ise Almanca’dan Türkçe’ye çevirilerin ustası, kıymetli çevirmen Kamuran Şipal çevirisi ile okuma ayrıcalığına sahip olmanız. Yogayla ilginiz yoksa bile mutlaka okuyun. İyi gelecek.

  5. Buda’nın Öğretisi - Thich Nhat Hanh: Buda kim öğrendikten sonra öğretisini kurmaca olmayan sıkı bir kitaptan öğrenmek isterseniz ya da Budizm hakkında detaylı bilgi arayanlardansanız tavsiyemdir. Bir inanç sistemi olarak Budizm’e dair en temel konulara açıklık getiren bir kitap. Hatta bir misyonerlik kitabı havası bile var. İçinde pek çok güzel paragraf bulunuyor. Özellikle zor zamanlarda çok iyi gelebilecek hatırlatmalar olarak okunabilir. Çünkü Buda der ki “hayat acı doludur.” Ama bu acıya çare de vardır. Çareler arzu ettiğimiz ya da hayalini kurduğumuz çareler değildir yalnız. Çare acının varlığı, yadsınamazlığı, bugün değilse yarın elbet gelip bizi vuracağı ile yüzleşmek üzerine kuruludur.

    “Buda “Beş Anımsamayı” her gün tekrarlamamızı önerir:

    Benim yaşlanan bir doğam var. Yaşlanmaktan kaçmanın yolu yoktur.

    Benim hastalanan bir doğam var. Hastalanmaktan kaçmanın bir yolu yoktur.

    Benim ölecek bir doğam var. Ölümden kaçmanın yolu yoktur.

    Benim için değerli olan ve sevdiğim herkesin değişen bir doğası vardır. Onlardan ayrılmaktan kaçmanın bir yolu yoktur.

    Edimlerim benim tek gerçek varlığımdır. Edimlerimin sonuçlarından kaçamam. Edimlerim benim üstünde durduğum zeminimdir.”

    Kitaptan bu kısa alıntı ne demek istediğimi yeterince açıklamıştır sanıyorum.

  6. Zen ve Okçuluk - Eugen Herrigel: Madem Buda’nın hayatını okudunuz, öğretisine göz atınız sıra pratikte Budizm’e bakmak olmalı. O zaman size buyrun küçücük ama okuması kolay ve zevkli bir kitap. Bir ara baskısı yoktu ama sanırım şimdi yeniden bulmak mümkün. Kitapta bir Alman felsefe hocasının, 20. yüzyılın başında Japonya’da yaşarken okçuluk yolunu (kyudo) çalışması ve önemli bir ustadan dersler alması üstünden Zen’in pratikte ne olduğuna dair anlatısı. Hem bir Budist felsefe profesörü hem de Zen ustası olan, Batı’da da oldukça nam salmış D.T. Suzuki’nin kitap için yazdığı önsözden “… ok hedefi vurmak için atılmaz, kılıç hasmı yere yıkmak için savrulmaz, dans gösteriş için edilmez. Amaç bilincin bilinç ötesi gerçekle uyumunu sağlamaktır. Gerçek bir usta olabilmek içinse o sanatın tekniğini bilmek yetmez. Teknik özümsenerek aşılmalı ve aşkın gerçekten gelen, yapmacık olmayan, “yapılmadan yapılan” yapıta açılmalıdır. Okçuluk açısından bunun anlamı, okçunun ve hedefin birbirine karşı duran iki ayrı ve karşıt gerçek değil, tek bir gerçek olmalarıdır… “ diye bir alıntı yapsam kitabın ieçriğini inceden özetlemiş olurum ama yine soyut kalmasın, pratik ve gerçek hayatta tam olarak nedir bu Zen derseniz kitap tam size göre.

  7. Hatha Yoga Pradipika - Svatmarama: 15. yüzyıla ait bir eser. Tantracılığın çılgınca bir moda gibi estiği dönemi taçlandıran kitaplardan biri. Aslen kaynağı Hatha Yoga diye bir kitaba dayandırılıyor ancak Hatha Yoga metni kayıp. Bu kitabın yancıları - kimileri bu kitapları asıl bu kitabın eki olarak değerlendirse de Geranda Samhita ve Şiva Samhita. Bugün stüdyolarda yapılan “yoga” denen pratik çoğunlukla bu kitaba dayanıyor. Bir metot kitabı diyebiliriz. Duruşlar, nefes çalışmalarını biraz da yoruma ihtiyaç duyar bir şekilde bu kitapta bulabilirsiniz. Son zamanalarda gözden düşmüş, pek çok derste es geçilen bandhalar hakkında detaylı teknik bilgiyi bu kitapta bulmak mümkün. Kriya denen en eski yoga uygulamaları olan arınma uygulamaları da bu kitapta derlenmiştir. Ancak ne kadarı uygulanabilirdir, ne kadarını uygulamaya gerek vardır ve ne kadarı bilimsel bir gerçekliğe denk düşmektedir, bu konuda okuyucu olarak dikkati elden bırakmamak ve kapılmamak gerekir. Zira bazı metinlerde bahsi geçen kafa duruşunun siyah saçları geri getirdiğine dair iç gıcıklayıcı bilginin hevesine kapılmış bir beyefendinin sürekli kafa duruşu yapmaktan tek gözünün görme yetisini kaybettiğini, ta ilk yogaya başladığım yıllarda duymuş idim. Yoganın asla modern bir insanın arzularını gerçekleştirmek için bir büyü yolu olmadığını hatırlatmak için küçük bir kulağa küpe olsun bu. Ki yoga ile büyü ve simya Hindistan tarihinde kol kola da gezmiştir. Modern bireyin gereğinden fazla şüpheci aklının arzuları karşısında gereğinden fazla kör olması beni hep şaşırtmıştır.

    Türkçe’ye deneyimli yoga uzmanlarından Bora Ercan tarafından kendi yorumları da katılarak kazandırılmıştır. Asıl yazarı Svatmarama’dır. Kendisinden sonra hazırlanan pek çok hatha yoga metninin de kaynağıdır.

  8. Mit ve Mitya - Devdutt Pattanaik: Yoganın ötesinde yoganın çıktığı toprakların ne menem hikayeler ve efsaneler barındırdığını merak ediyorsanız çok güzel bir kitap. Kitabı masal gibi de okuyabilirsiniz, biraz alt yapı ile bilgi edinmek için de. Çok da güzel bir çevirisi ve içinde incelikli çizimler de var. Binlerce yıl önce büyük şehirler kurmuş Mohenjo-Daro uygarlığının Ariler istilası ile yıkıldıktan sonra iki kültürün iç içe geçerek, birbibirini türetip birbirinden çoğalarak nasıl da binlerce tanrılı, tanrıcıklı, tanrıçalı, çeşit çeşit varyasyon ve avatarlı, kafaları yakmaya birebir bir din yarattığını okumak isterseniz Türkçe’ye çevrilmiş en güzel kaynaklardan biri. Yogadan da bolca bahsediyor. Bogha’dan da! İlk kez mi duydunuz? O zaman biraz Hint mitolojisi ve tarihi okumanın vakti gelmiş.

  9. Mitolojinin Gücü - Joseph Campbell Bill Moyers: Mit ve Mitya’yı okuyup da doyamaz ve biraz daha analiz eden, karşılaştıran ve dolayısı ile biraz daha derine inen bir bakışa ihtiyacınız olursa mitoloji deyince Joseph Campbell dünyada ilk sıralardadır. Özellikle bu kitabı okumaktan pür keyif alabilirsiniz. Diğer kitaplarındaki gibi akademik bir yaklaşımın getirdiği akıcılıkta okuyucudan yüksek dikkat talep eden zorluk bu kitapta yok. Çünkü bu kitap bir gazeteci olan Bill Moyers ile diyaloglarından oluşuyor. Kapağındaki elinde ışın kılıcı tutan antik çağrışımlı heykel sizi irite etmesin zira sebebi kitabın George Lucas’ın Skywalker Ranch isimli çiftliğinde çekilen 6 bölümlük bir televizyon programının yazıya dökülmüş hali olması. Sadece Hint değil pek çok mitolojiden de kafa açan anektodlar içeriyor.

  10. Yoga: Ölümsüzlük ve Özgürlük - Mircea Eliade: İşte yılların yogasını pratiğinden tutun, meditasyona; hocalık eğitimlerinden tutun verdiğim derslere kadar aydınlatan, üstünü krem şanti gibi süsleyen bir kitap. Bir bilimsel çalışma. Din tarihi uzmanı bir bilim adamı olan Mircea Eliade’nin elinden çıkmış çok detaylı, çok titiz bir kitap. Ve sadece akademinin odasından kitapların arasına gömülerek yazılmamış bir eser. Bir aşramda kalarak, bir dönem her gün yoga yapılarak, Hindistan’ın kalp atışları ile de temas edilerek yazılmış bir eser. Tek eksiği bizim için, kitabın ilk yayın tarihinin 1951 olması. Yani maceranın son 60 senesi yok. Ancak yoga ortamında maalesef çokça bulunan, büyük yoga stüdyolarında özensiz ve yanlış bilgilerin kulaklardan kulaklara saçıldığı -miş’li, -mış’lı bilgilerin ucundan başından yakalanıp akıllarda kaldığı bu zamanlarda dipnotları ile, alıntılanan kitapların eksiksiz referansları ile, özellikle benim gibi sosyal bilimler tedrisatından geçmişlerin çölde vaha bulmuş gibi susuz düştüğü bir kitap. Kulaktan dolma bilgilerden gına geldiğinde alın bu kitabı okumaya başlayın. Baştan zorlanacaksınız; çünkü kitap Eliade’nin de dediği gibi özellikle din tarihçilerine, psikologlara ve felsefecilere sesleniyor. Yoga tarihi ve tekniğin çeşitli biçimlerine en büyük bölümün ayrıldığı kitapta yoga düşünceleri, simgeselliği ve yöntemleri tantracılıktan simyaya, yerel halk inanışlarından yazılı metinlere inceleniyor. Hani bir laf vardır “Incredible India” diye, eğer biraz sebat ve özveri gösterirseniz bu kitap da size bunu vaad ediyor. Hep felsefenin tarihini batının felsefe tarihi ile yazanlara da şöyle sesleniyor:

“Örneğin Hindistan’ın en büyük keşiflerinden birini, ne yapsanız hiçe sayamazsınız: “tanık bilinç”, psikofizyolojik yapılarından ve onların yol açtığı zamansal koşullanmadan sıyrılmış bilinç, “kurtulmuş kişi”nin yani zamansallıktan özgürleşmeyi başarmış ve böylece sözlerle ifade edilemez, gerçek özgürlüğü tanıyan kişinin bilinci. BU mutlak özgürlüğün, kusursuz kendiliğindeliğin kazanılması tüm Hint felsefelerinin ve mistik uygulamlarının hedefidir; ama Hindistan bu hedefe en çok yoga aracılığı ile, çok sayıdaki yoga usullerinden biri aracılığı ile ulaşılabileceğine inanmıştır. Bizim de yoga kuramlarına ve uygulamalarına ilişkin olabildiğince bütüncül bir inceleme yazmayı, farklı Yoga usullerinin tarihini anlatmayı ve Hint maneviyatının bütünü içinde Yoga’nın yerini saptamayı yararlı bulmamızın başlıca nedeni de budur.”

Yogaya Dair 10 Maddelik 10 Yazı 3

Yeni Yoga Hocalarına Tavsiyeler

Hocalık eğitimini yeni bitirmiş, yoga dersleri vermeye başlamış ya da yoga dersleri vermek isteyen ya da yoga dersleri verecek, nihayetinde yoga eğitmenliğini kendine yaşam yolu edinmenin başındaki yepisyeni yoga hocaları için 10 öneri:

  1. Hayatta hiçbir meslekte olmadığı gibi yoga hocalığında da hemen her şey çok hızlı ve iyi bir şekilde, tam da hayal ettiğiniz gibi gelişeceğini düşünmeyin. Hop, hani yoga hocaları olumsuzlama yapmazdı? demeyin. Evet şu an her şey çok yolunda, olumlaması sizi A noktasından B noktasına götürür mü bilmem ama yoga hocalığı yolu da her işin yolu gibi uzun ve meşakkatli.

  2. Emek vermeniz, hakkınızı istemeyi öğrenmeniz, sonra daha çok emek vermeniz, okumanız, araştırmanız, aldığınız eğitimde duyduğunuz her şeyi bir de kendiniz araştırmanız, ağzınızdan çıkanı kulağınız duymanız, daha da çok emek vermeniz, tüm bunları yaparken de merkezinizde kalmanız gerekiyor. Bunun içinse mutlaka kendi yoga uygulamanıza devam etmelisiniz.

  3. Kusursuz bir yoga hocası olmaya çalışmayın, kendiniz olun; gerisi zaten gelecek. Size sizin gibi öğrenciler gelecek. Sizin aradıklarınızı arayan, sizin değer ve önceliklerinize sahip ve illa ki sizin çözmeye çalıştığınız benzer problemlere ayağı dolanan öğrenciler.Siz onlara iyi geleceksiniz, onlar size.

  4. Kendinizi sizin sahip olduğunuz fiziksel ve çevresel koşullardan bambaşka koşullar sahip diğer hocalar ile karşılaştırmayın. Onun hayatı sizinki kadar zorluklarla dolu olmayabilir ya da tam tersi, unutmayın. “ Walking in my shoes” diye Depeche Mode şarkısını yapmış, dinleyin.

  5. Kimsenin sizin başarınızı yoga pozlarını ne kadar iyi yaptığınızla ya da meditasyonda ne kadar uzun oturabildiğinizle ölçmesine izin vermeyin. Öğrencilerinizin de, eğitmen arkadaşlarınızın da, stüdyoların da, hocanızın da. Mesela hiç ısınmamışken ve derin ortasında katılımcının derin bir arkaya eğilmeyi ya da bir kol dengesini sizden göstermenizi istediğinde yapmayın. Siz o dersin öğretmenisiniz, şovmen’i değil, hatılarlayın, unutana hatırlatın!

  6. Örgütlü, kurumsallamış ve gerçekten sizin de inandığınız, gönülden bir şekilde desteklediğiniz bir kurum için ya da sebep için bağış toplamak amacı ile olması dışında kimseye ve herhangi bir yerde ücretsiz ders vermeyin. Çok üzülerek söylemeliyim ki ücretsiz ders verirseniz insanlar verdiğiniz emeğe daha az saygı duyup derslere devamlılık göstermeyecek, gelmeyi erteleyecek, dersler kalktığına da sanki borçluymuşsunuz gibi ilk önce gelmeyenler isyan edeceklerdir.

  7. Deneyim kazanmak için gönüllü ders vermekten ziyade ders vermek için hiçbir fırsatı kaçırmayın. Bunu yaparken de üçe beşe bakmayın. Üç beş siz emek verdikçe zaten gelecek. Saati, mekanı, şartları bahane edip daha iyi şartları olan derslerin gelmesini beklemeyin.

  8. Derslerinize kaç kişi geldiğini dert etmeyin. Büyük stüdyolarda dersinize 30 kişi girer, ezbere bildikleri pozları bir de sizinle ezberden yapabilir ama dersinizde sadece bir kişi olur ve yepyeni bir deneyim yaşayabilir ve o da size yeter. 30 kişilik dersten biraz para, 1 kişilik dersten hem biraz para belki de hep sizinle olacak bir öğrenci kazanmış olursunuz.

  9. Verdiğiniz hizmetin karşılığında para istemekten, elden verilen parayı göğsünüz gere gere almaktan çekinmeyin. Emeğinizin karşılığını almak emeğinize ve kendinize duyduğunuz saygının en önemli parçalarından biri.

  10. Ders yoksa, gani gani dersler gelmiyor, stüdyo sahipleri kapınızı çalıp “bu dersi illa sen ver” demiyorsa siz ders yaratın. Evinizde ya da bir arkadaşınızın evinde gruplar dersleri kurun. Arkadaşlarınızı teşvik edin. Onlarla her görüştüğünüzde sizdeki - hem bedeninizdeki hem ruh hali ve hayata yaklaşım tavrınızdaki- değişimi gördüklerinde zaten hemen yogaya başlamak isteyecekler. Hevesle istediklerinde onlar için orada hazır olun. Size iyi gelmiş bir şeyi size iyi gelen insanlarla paylaştığınızda ve onlara da ne kadar iyi geldiğini gördüğünüzde tadacağınız saadet hiçbir şeye değişilmeyecek kadar leziz ve anlamlı olacaktır.

Diskte Yeterli Alan Yok

Yogaya ilk kez 2007 yılında aldığım bir kitap ile başladım. Sonra ilk kez bir stüdyoda bir hoca eşliğinde yoga yaptığımda aslında o kitaptan bakıp da yapmaya çalıştığım şeyin yoga değil de poz kesmekten başka bir şey olduğunu anladığımda sene 2011’di. Yoganın en önemli özelliği içeriğinden önce gelir bence. Yani yoganın nedirdiden, nasıldıdan önce düzenli yapılıp yapılmadığıdır aslolan. Bunu kriter alırsam yoga hayatıma 2011 senesinden girdi. Ancak ondan daha önce hayatıma “viyoga” girmiş. Viyoga’nın ne demek olduğunu seneler seneler sonra bir yoga terapi eğitiminde öğrendiğimde bildim bunu. “Aslında sen bizim çocuğumuz değilsin” dedi bana yoga. Ben aslında viyoga’dan doğmuştum. Hala gerçek yoga nedir tartışıla, “gerçek yoga bu değil”ler havada uçuşadursun herkes en azından yoganın ne olduğuna dair bilgi ve fikir ve az çok deneyim sahibi. Onu biliyoruz. Peki nedir bu viyoga?

Viyoga bir şeyi bırakmak demek. Yogayı hayatına sokmanın tam tersi bir durum. Hayatının, gününün, rutinin bir parçasını söküp atmak. Yoga nasıl ki bağlamak demek viyoga ise işte tam tersi daha önce kurulmuş bir bağı kesmek demek. Neden mi bunları yazıyorum? Bilen biliyor. Hep de söylerim hayatımda yaptığım en iyi şey yogaya başlamak değil sigarayı bırakmaktı diye. Ta 14-15 yaşlarında sigara içmeye başladım. Sigara içmek o zamanlar havalı bir şeydi. Havalı bir ergen olmanın yolu önce sigara içmekteydi. Çünkü gözlerini kısıp ufka bakan keskin yüz hatları ile yakışıklı aktörler ellerinde ya da ağzında çok havalı sigara tutar idi. Ve tandığım neredeyse tüm yetişkinler sigara içerdi. O zamanlar her an gelebilecek misafirler -o zaman misafirler habersiz de gelirdi- için çift kanatlı kapıları kapalı tutulan salonların merkezindeki orta sehpaların üstüne konan pahalı kristal çanakların içinde çeşit çeşit sigara paketi konurdu. Hint tapınaklarında tam ortaya konan mabudlar gibi. Hatta sigaralık diye şekilli bir aksesuar vardı. Dev kül tablalarından, eğilince gagası ile dal sigara tutan o horozlu kutudan bahsetmiyorum bile. O an için hala girmemizin yasak olduğu salonların çaldığımız ancak o büyük kapıları henüz açılmamış olan yetişkinliğin merkezinde sigara vardı. Sigara içince artık seni ciddiye alabilirlerdi. Salonun başköşesine bacak bacak üstüne atıp oturabilirdin belki. Çocuklar sigara içmezdi ne de olsa. Sigara içmeyi bir marifet, “cool” olmanın bir yolu addetmiştik. Fakir edebiyatı olacaksa da olsun, parası olan aile çocukları için havalı olmak Ketır Pilır giymek, baklava desenli bilmem ne marka kazak giymek, kantinde her istediğini yiyebilmekse - günde en az 3 tost mesela- parasız ve asi olan bizler içinse havalı olmak okuldan kaçıp bir yerde o tek sigarayı tüttürmekti. Yetişkin değildik o dev botlardan alamıyorduk, çocuk değildik anne babamız bize o dev botlardan alamıyordu; bize kalan biraz arabesk bir asi ve havalı olma durumu idi.

Duhkha Samyoga Viyoga Yogaha" Bhagavad Gita’dan bir alıntı. Bunu “yoga acı çekmekle özdeşleşmeyi bırakmaktır” diye yorumlar Yoga Terapi (Viniyoga) kurucu isimlerinden Gary Kraftsow.

Bunun üstüne ben de diyebilirim “viyoga” arabesk yapmayı bırakmaktır. Kendimizi özdeşleştirdiğimiz acı yaratan, sağlıksızlık getiren, bize iyi gelmediğini bile bile bağlandığımız her ne varsa o bağı kesmektir. İster içtiğimiz sigara olsun, ister bizi sevmediğini bile bile peşinde heder olduğumuz bir insan, ister bizi değersiz kılan herhangi bir ilişki, ister her şeyden kaçmamızı sağlayan uyku ya da her randevumuza geç kalmamıza sebep olan, sürekli beslediğimiz bir ruh hali. O bizi tanımlamıyor. Sigara içerek yetişkin ya da havalı olmadık. Ya da pek isyankar. Öğrenerek, deneyim ederek, paylaşarak, dayanışarak büyüdük ve yetişkin olduk. Adaletsizliklere “Hayır” diyerek isyankar olduk. Sevginin tek kaynağı bizi kaynaktan içirtmeyen, susuzluktan perişan eden o kişi değil ya da para kazanabileceğimiz tek iş kendisini zengin ettiğimiz halde emeğimizin değerini görmezden gelen o patronun değil. Uyku kaçılan güvenli bir yer değil, depresyon canavarının tatlı kucağı sadece. Randevularımıza geç gitmek bizi ortama son gelen diğerlerinden daha değerli insan değil tam tersi herkesin daha az saygı duyduğu insan yapacak. Sevgi de saygı da havalı olmak da alınan bir şey değil verilen bir şey. Her şey bir alış veriş dengesi üstüne kurulu. Alışveriş demişken diyeceksiniz ki arabesk bitti sigara gitti. Artık o pahalı botları alacak paran var ki böyle arabeske tukaka çekiyorsun. Hele de herkesin izleyip izleyip kahrettiği Müslüm filmi sinemalardayken. Tam tersi sigarayı bıraktığım 2010 yılı ve peşi sıra gelen 2011 yılı en zor zamanlardan biri idi. Gittikçe yükselecek sandığım kariyerim yükselmeyi bırak rotasında bile değildi ki 2011 sonunda da bizzat bir güzel kayalara çaktım. Beş parasızdım. Kirayı zar zor ödediğimiz, sonra çatının altında oturup dışarı bile çıkamadığımız zamanlardı. 2011 hastalıklarla, hastane ziyaretleri ile başladı. 2 Ocak’ta mesela eşimin annesinin akciğer kanseri ameliyatı için hastanedeydik ve çok endişeliydik. Çok riskli ve büyük bir ameliyattı. Şubatta yine hastanedeydim, çok sevdiğim ve benim için yeri hep çok özel babaannem yoğun bakımdaydı sonra da öldü. Mart başında Kazancı Yokuşu’nda düştüm ve bacağım bir ay alçıda kaldı. Hem sigarayı bırakmanın hem de hareketsiz kalmanın, köşeye yeni açılan inanılmaz ekler pastalar yapan pastaneden hasta ziyaretine gelenlerin kapıp getirdiği tatlıların da hatrı sayılır katkısı ile kilo aldım. Farklı birkaç dizi projesinin yazım ekibine katıldım sonra bir belgeselin yapım işini aldım ve detayına girmeden söyleyebilirim ki insandan soğudum. Yaptığım işin köşe başlarını tutmuş televizyon çalışanlarının özellikle erke sahipleri, dizi sektörü insanları, oyuncular onların hem vampir hem işgüzar temsilcileri; cinnet gibi bir işti. Sonra iki sene de peşimi bırakmadı. Yazın yine cenazeler derken ben “viyoga” ma devam ettim. Tüm bu olanlar yaşanırken arabeske tutunup kalabalıktan uzaklaşıp karanlıkta arkamı dönüp sigaramı yaktıktan sonra dumanını loş ışığa savurmadım. Evet her şey çok çiğ idi, zor idi, böyle filtresiz hiçbir dolgu ışığı olmadan cayır cayır beyaz ışık altında idi ama insan olmak bazen böyle idi.

İyi zamanlar var geçiyor idi, zor zamanlar var geçiyor idi.

Yine mikrofonu Gary Kraftsow’a uzatırsak “viyoga” yı hayatımızda arzu etmediğimiz her ne varsa onlardan ayrılma süreci olarak açıklıyor. Bu bir eleme ve yok etme süreci de olduğundan beden ve zihni arındırıyor. Bu süreç sağlıksız bağlılıkları, öz yıkıcı davranışları, zararlı ilişkileri de bırakmayı içeriyor. Samyoga ise yoga terapi bağlamında “bir araya getirmek” demek. Hayatımızda olumlu ve üretici olan ne varsa onları birbirine bağlama süreci. Meali “samyoga”nın içeri girebilmesi için bazı şeylerin -ki zaten sisteme zararlı ve istenmeyen şeyler bunlar- çıkması gerekiyor.

Bir hard disk düşünün, o sizin hayatınız; içi kalabalık. O var bu var, şu sürekli laf sokan arkadaş var, arada IG’de fotoğrafınızı layk eden unutamadığınız eski sevgili var, hiçbir işinizi takdir etmeyen kibirli yöneticiniz var, işe geç kalmanıza sebep olmazsa olmaz sabah kahveniz var, kokusundan nefret ettiğiniz sigaranız var; sabah uyanamamıza sebep her akşam attığınız tek, içine düştüğünüz nutella kavanozu, bir oturuşta en az üç bölüm izlediğiniz o dizi, oturmayı bırak üstünde aktığınız o tam kıçınızın şeklini almış kanepe, fırından yeni çıkmış bir oturuşta yenen o ekmek, günün en güzel saatlerini kaçırmanıza sonra da her şeyi kaçırmanıza sebep sabah uykusu ya da geç saatlere kadar oyun oynadığınız için uykusuzluğunuz var, kıskançlığınız var mesela, herkesin her şeyini eleştirme huyunuz ya da; demem o ki içerisi bu kadar sıkış tepişken içeri iyi bir şey siz isteseniz de giremez. Çünkü diskte yeterli alan yok.

Özellikle yoga terapide yogaya bir alan açma sanatı olarak bakarız. Bedende nefese alan açmak, bedende zor pozlara alan açmak, zihinde imkansız pozların ihtimali için alan açmak, nihayetinde “samyoga” için alan açmak. Gary’nin şu kelimelerinin altını çizmek istiyorum: olumlu olan ve üretken olan. Boş beleş bir pozitif düşünmeden bahsetmiyor. Pozitif düşün ki sana ait olmayan iyi şeyleri mıknatıs gibi kendine çek değil bu, zaten çekebiliyorsan da çekme. O Secret filmindeki gibi çekeceğin pahalı arabanın başkasının hakkını çalmaktan ne farkı vardı hiç anlamamıştım zaten. Olumlu olan ile üretken olanı bir araya getirmek. Tam da şu an yaptığım gibi. Bana çok iyi gelen bir şey yaptım seneler önce, oturdum sabahtan beri bilgisayar tuşlarını dövüyorum. Yazıya döküp paylaşmak istiyorum, bir şeyleri bırakmak için nerden gelirse gelsin küçük bir motivasyon arayan insanlara ulaşsın istiyorum. Olumlu olanı üretken olanla bağlamak derken, “samyoga” ile Gary babamız tam olarak bunu kast ediyor. E üretkenlik de buraya kadar. Şimdi 8.Geleneksel Sigarayı Bırakışımı Kutlama Kahvaltı’mı yapmaya gidiyorum. Darısı tekrar tekrar başımıza.

Gidin Kemik Toplayın*

Tarih 7 Nisan 2017. Doğum günüm. Bir yerlerde bir yemekteyiz, arkadaşlarım etrafımda. Kalabalıklar da. Çocuklar gibi şenim. Üstelik hepsi çeşit çeşit hediyelerle gelmişler. Elime ilk tutuşturulan paket belli ki bir kitap. Önce bir elimde evirip çeviriyorum, hangi kitap olduğunu hissetmeye çalışıyorum. Öyle 6. hisle filan değil. Satın almadan önce kitapları uzunca bir süre ellerim, tartarım, sayfalarını karıştırırım. Sonraki sene doğum günü yemeğimde eski bir arkadaşım elime daha poşeti ile tutuşturduğunda “Bana İlahi Komedya mı aldın?” diye sorduğumda şaşırmış, onunla alay ediyorum sanıp bir de sinirlenmişti de. Bu kitap da yine almak isteyip de ertelediğim birkaç kez alışveriş sepetine atıp atıp kargo ücreti isteyince vazgeçtiğim, gidip bir kitapçıdan alırım dediğim kitaplardan biri. Ama internetten hiç elime almadan satın almaya kalkıştığım için ne şekline ne de elimde tuttuğumda kendini teslim ettiği ağırlığına dair bir fikrim var. Kızıl , pembe, turuncu karışımı soluk bir cilt çıkıyor karşıma. Hah işte, herkesin elinde dolaşan, ben de okumalıyım dediğim o kitap. “Kurtlarla Koşan Kadınlar” 21. Baskı. Bir seviniyorum pir seviniyorum. Çünkü itiraf etmeliyim ki süprizleri sevmiyorum. Ve yine itiraf etmeliyim bunun içinde biraz da kibir vardır. Eh biraz da kontrol etme isteği tabi. İstediğim, bildiğim ve merak ettiğim şeyler beni bulsun isterim. Elime verdiklerinde ne yapacağıma dair bir fikrimin bulunmadığı karanlık şeyler değil. Kitabı biliyor ve istiyordum diye seviniyorum ama bu kitap da hayli karanlık barındırıyor, henüz bilmiyorum.

Yemekler yeniyor, içkiler içiliyor, danslar ediliyor. Birbiri ile alakasız eski yeni pek çok arkadaşın oldukça keyif aldığı, birbiri ile kaynaşıp iyi vakit geçirdiği dışardan açıkça görülebilen çok güzel bir masadan kalkılıyor o akşam. Elimde hediyelerim, suratımda kocaman bir gülümseme e biraz da çakır keyif varıyorum eve; en son hatırladığım şey evde tek başıma mutluluktan dans ettiğim.

….

Zaman geçiyor. Bir süre sonra kitabı elime alıyorum. Giriş kısmını okumuşum neyse ki. O kısmı asıl maceraya girişmeden önce hep bir angarya olarak görmüşümdür. Okurken böyle sevmediğim bir sebzeyi ya da yemeği ayıp olmasın diye ağzımda gevelediğim o hise benzer. Ama yemeği yapanın ve nimetin kendisine olduğu gibi kitabı yazanın ya da çevirenin emeğine ve kendisine duyduğum saygıdan dolayı önsözleri ve girişleri mutlaka okurum. Girişte dil ve içerik olarak zor bir metin ile karşı karşıya olduğumun sinyallerini de almışım ama yine de böyle bir kitaba başlamak için uygun bi yer olmadığını bile bile uyku öncesi yatağıma uzanarak okumaya başlıyorum. Bir şekilde bir yerden başlayayım da nasılsa gerisi gelir diyorum.

Ama gelmedi…

Kitap o gece yatağın kıyısında okuduğum kadarı ile kaldı. Halen başucu komodinin üstünde.

Okuyanlar bilir, bilmeyenler için kısa ama yetersiz bir özet yapmak gerekirse bu ilk öykü La Loba diye yaşlı vahşi bir kadın mitinden bahseder. “La Loba’nın tek işi kemik toplamaktır.” Özellikle dünyadan kaybolma tehlikesinde olanları toplayıp korur ve saklar. Mağarasında her cinsten çöl hayvanının ve özellikle kurtların kemiklerini biriktirir. Kemikleri biriktirip eksiksiz bir şekilde iskeletlerini bir araya getirdikten sonra ateşin yanına oturup şarkısını söylemeye başlar ve iskelet yeniden ete, kürke, cana bürünmeye başlar. Şarkı devam eder, kurt soluk almaya başlar, şarkı devam eder kurt gözlerini açar, şarkı devam eder ve kurt ayaklanıp ufka doğru koşmaya başlar. Koştukça kahkahalar atan bir kadına dönüşür.

Okudukça kafamın içinde bembeyaz bir kurt koşmaya, koştukça 15-16 yaşlarında bir kız çocuğuna dönüşmeye başladı. Kurt koştukça ve her adımda biraz daha bir kız çocuğuna dönüştükçe çok derinlere gömülmüş, çöl kumlarının en dibinden bir çocukluk hatırası da hızla yukarıya doğru hareket etmeye başladı. Kurt koştukça, hatıra anımsanmak için havaya kavuşmak için toprağın altında boğula gömüle çırpındıkça onu unuttuğumu sandığımı ama bunun mümkün olmadığını, onun gölgesinin kuzgun gibi hep yanıbaşımda benimle olduğunu görmek kıyısına tünediğim yatakta bir girdaba dönüştü. O çarşaf kıvrımları, yorgan boğumları, pamuk dolguları içine çöken bir çöle dönüşmüştü. Kitabı hala durmakta olduğu ve toz almak dışında ellenmediği yere bıraktım. Çölde boğulmadan yataktan çıktım.

8-9 yaşlarındaydım. Üstümde pijamalarım değil şortum ve tişörtüm vardı. Bir yaz akşamı idi. Bir Karadeniz sahil kasabasına bağlı bir koyun arkasında uzanan, kimi yaşıtım kimi benden büyük çocuklar ve kardeşlerim ile yıllardır boş duran, bir kooperatife ait olduğunu bir yerine çakılmış bir kazıktaki bir tabeladan bildiğimiz bir arazide oynuyorduk. Araziye geceyarısından sonra traktörlerle gelirler, römorklar ile kum çalar ve o kumları 10 sene sonra depremde yerle bir olacak binaların inşaatlarında kullanırlardı. Kum hırsızlarının ve sonra katile dönüşeceklerin derin bir kepçe darbesinin bitki örtüsünü kaldırdığı ve ince toprak tabakanın altından kum zeminin ortaya çıktığı büyük bir çukurun içinde oynuyorduk. Ne oynuyorduk hatırlamıyorum. Ne konuşuluyordu? Ne oyun kursak gibi bir şeyler. Sıkıldığımı hatırlıyorum. Bir grup çocuk oynamak istiyordu da oyun bir türlü kendini göstermiyordu. İlgi ve dikkatim içinde bulunduğum gruptan çevreye dağılmaya başlamıştı. Hatırladığım bir diğer şey yan komşuların köpekleri ne kadar sevdiği, kimsesiz köpeklere şefkat ile kol kanat gerdikleri idi. Belki bir tanesini de sahiplenmişlerdi. O yüzden yanımızda bir ya da iki köpek de bizimle hoplayıp zıplıyordu. Onlar da bizim gibi oyun istiyordu ama oyun bir türlü başlayamadığı çin onlar da benim gibi sıkılmıştı. Kepçenin yarattığı yarığın kavisli kumdan duvarında bir ucu dışarıya bakan bir kemik gördüm. İşte dedim, oyun bana göz kırpıyordu.

Grubu unutmuşum, kendimi kurtarıyorum. O kemiği alıp köpeğe fırlatıyorum. Kemik o kadar kurumuş suyu çekilmiş ki, herhangi bir kemirme isteği yaratmıyor köpekte. Hatta hiç ama hiç ilgilenmiyor. Uzak duruyor. Düpedüz hayal kırıklığı yaşıyorum. Köpek de oyun isteğime cevap vermediği için içim daha da sıkılıyor. Çocuk aklımda köpekler kemik sever var çünkü. Onu biliyorum. Ama henüz bilmediğim bir şey var. Köpeğin yüz vermediği kemik bir insana ait. Bir insana ait olduğuna dair bilgi birazdan yavaş yavaş sezgi ile, bir ürperme ile gelecek; henüz değil. Köpeğin attığım kemiğe ilgi göstermeyişine bozulduğumu hatırlıyorum. Kafamın içinde bildiğim bir şey çürüyor. “Köpekler kemik sever” ile başlayan bozulma, saatler içinde kafamda insana dair saf fikirlerin hepsinin birer birer çürümesi ile sona erecek. Köpek ilgilenmeyince çektiğim kemiğin ardından bir başka kemik kumların biraz da yerçekiminin yardımı ile kendini ileriye atıyor. Onu beğenmediyse bunu kesin beğenir diye düşünüyorum. Kumun içinden çekiyorum. Bu seferki büyük hem de. Bir kaval kemiği. Ve çocuk aklım orda bir şeylerin tuhaf olduğuna ayıveriyor. Kaval kemiğinin ardından bir başka kemik. Bu sefer diğer çocuklar da oyuna katılıyor, etrafıma toplanıyorlar. Bu kemikler görmeye alışkın olduğumuz bir hayvana ait değil, o belli. Daha önce hiç görmediğim ama çok tanıdık kemikler bunlar. Ve ben bir anda çocukluk kahramanım Şarlok’a dönüşüyorum kendimce. En ufak ipucundan her şeye bir bakışta vakıf olan o adam gibi olmak için yanıp tutuştuğumu hatırlıyorum. İşte o fırsat sonunda karşıma çıkmış. Şarlok Holmes’tum ve bir vakayı ortaya çıkartmak üzereydim. El birliği ile kazmaya başladık. En büyüğümüz 11-12 yaşında 5-6 çocuktuk. Kumun altında bir kemik yığını yatıyor idi. Dizi dizi kaburgaların, tüm çıplaklık ile bir insan göğsünün ayaklarımın altına serilmesinin yarattığı hissi mesela hiç unutmuyorum. Elimi o kaburga kemiklerine değdirişimi, toplayıp toplamamakta ettiğim tereddütü, onları bozmadan orada bırakmak isteyişimi, sanki kalbi ordaydı da hala kaburgaları sökersem karşıma çıkacakmış gibi korkmamı. Ve bir insan kalbi ile ne yapacağımı hiç bilemeyeşimi. Dedim ya sürprizleri sevmem. Karşıma çıktığında ne yapacağımı bilemediğim karanlık bir kalpten o günden beri imtina ederim. Merak ve Şarlok gibi olma tutkusu sönmeye başlamış, yerini korku ve üzüntüye bırakıyordu Ellerimin altında artık candan yana kupkuru olsa da bir insan ölüsü uzanıyordu. Gözlerimin önüne daha bütünlük içinde serildikçe işin rengi değişiyordu. Ve sonunda kafatasının tepesi kendini gösterdi. Artık ellerimizin arasından kumlar gibi parçaları akanın bir insan olduğundan emin oluyorduk. İşte orda kafamı kaldırıp etrafımdaki çocuklara baktığımı, göz göze gelip bir duyguyu paylaşmaya çalıştığımı hatırlıyorum.Elime aldığımda kafatasının kırık olduğunu gördüğüm anda tamda Şarlok’un düşüneceği gibi gün ışığına kendini dökenin bir cinayet olduğu ihtimalinin küçük kafamın içine doluşunu. Kırık bir kafatası hatta paramparça bir kafatası, sonra bir çene kemiği. Dişlerin hepsi tam, eksiksiz. Tüm dişlerin parıl parıl olduğunu, gençliğin tüm tazelik ve sağlığıyla parladığını. Bütün bir alanı kazdık. İskelete ait olup olmadığından emin olamadığımız ama şimdi çok emin olduğum bir çift paslanmış, yeşillenmiş küpe de kemiklerin yanında idi. Genç bir kız hatta belki daha 15-16 yaşında bir kız çocuğu sesini kaybettiği için kemikleri ile bana kendini duyurmaya çalışmıştı. Bana kumun altından seslenmiş, kemikleri ile kendini gün ışığına çıkarttırmıştı. Ama ben Şarlok Holmes değil daha 8 yaşında küçük bir çocuktum. Acizlik ile acı bir şekilde ilk tanışmam o gün oldu. Hala bir kuzgun gibi omzumda taşıdığım suçluluk hissi ile de.

—-

10 sene sonra. Yaşım 18. Yine bir kadın bana sesini duyurmaya çalışıyor. Bu sefer henüz kemikleri ile değil kalan son gücünü kullanarak çıkardığı sesi ile. Duyan ben olsam da aslında seslendiği ben değilim. Sesini duyurmaya çalıştığı kişi muhtemelen bir yarım saat önce yanında uyuyan kocası Yusuf. “Yusuf” diyor, “Çocuklar” diyor. Yusuf’tan ses yok, çocuklardan ses yok. İyi ki öyle. “Yusuf yandım” diyor en son, belki son bir Yusuf inlemesi daha, bir daha kadından da ses yok. Gördüğüm tek şey üst üst yığılmış balkonlar, o balkonlardan sarkan o zamanların modası güpurlu tüller ve oraya buraya saçılmış cam parçaları. Bir insanın bedeninin altında kalması için değil o bedenin içinde güvenle uyuması için bir araya gelmiş parçalar, darmadağın. Karanlık ama zifiri değil. Bütün memlekette elektrik kesildiği için gökyüzü apaydın. Yıldızlar delirmiş gibi yakın ve parlak. Bu sefer kadın kumun altına değil, 5 katlı bir apartmanın üstüne yıkılmış enkazına gömülmüş. Bilinçsiz bir adım atıyorum sesin geldiği yıkıntıya doğru, imkanı yok. Ellerle kum kazmaya benzemez. Ellerime bakıyorum. Şimdi Şarlok değil uçup kaçabilen, dev gibi, kudretli bir süper kahraman olmak istiyorum. Koşmaya başlıyorum. Babamı arıyorum. Babam ve yanındaki bir kişi ilk katına çökmüş başka bir apartmanın garajından yukarıya bir delik açmaya çalışıyorlar. Sıkışmış bir öğrenci var, hayatta ve sesini duyurmayı başarmış. Yerküre hala sallanmaya devam ediyor. Babamın yanına vardığımda onu apartmanın kapıcısını yanlarına gelmekten korktuğu için, onlara yardım etmediği için azarlarken buluyorum. Adam doğal olarak her an tamamen çökebilecek yarı yıkık binanın altına girmek istemiyor. Ne saçma. Babam kapıcıya yanına gelmediği için attığı azarı bana yanına girdiğim için atıyor. Beni dışarı kovuyor, hatırlıyorum, bu sefer binanın önünden bağırarak küçük bir çocuk gibi tutturup babamı dışarı çıkartıyorum. İstiyorum ki babam elleri ile değil belki ama ellerindeki kazmalar ile Yusuf’un karısını ve çocuklarını gömüldükleri yerden çıkartsın. Babam çaresiz ellerini iki yana açıyor. Acizlik ile ikinci büyük karşılaşmam; bu sefer acılı olmasının ötesinde dehşetli de.

Yıllar geçiyor yine. Depremden birkaç ay sonra başladığım üniversiteyi bitirmek üzereyim artık. Adını hiç bilmediğim, kocasının adının Yusuf olduğunu duyduğum bu kadının mezarı ile amcamı gömdüğümüz bambaşka bir mezarlıkta karşılaşıyorum. Bu gerçek bir mezarlık. Bun için ayrılmış, Ne tuhaf ki kadının adını bir mezar taşında okuyup tekrar unutuyorum. O da kemikleri bulduğum kız çocuğu gibi isimsiz kalıyor hafızamda. “Yusuf çocuklar” dediği çocukların 4 tane olduğunu yan yana dizilmiş 4 mezar taşından öğreniyorum. Yine gömülü olsa da yine karşılaşıyoruz kadınla. Bu sefer sesi ile değil mezar taşı ile gözlerimin içine bakacak. Sessiz.

Yusuf’un karısı ve dört çocuğu 10 sene evvel sahibinin ne adını ne sanını ne de kim olduğunu hiç bilmediğim ve hiç bilemeyeceğim kemiklerini bulduğum yerden çalınmış kumlarla harcı karılan binaların enkaz olduğu evlerde bir gecede yok olan binlerce insandan birine karıştı o gece.

Evimde otururken de ya da dışarıdayken her sese kulak kabartmam hangisinin sesini duyuşum ya da duymayışımla başladı bilmiyorum. Kumun altında mı yoksa yıkık binanın altında gömülü olanın mı. Bazen bir motor sesine ya da bambaşka bir sese bir kadının ya da çocuğun yardım isteyen çığlığı mı diye kulak kabartmışlığım çok. Acaba burada oturmuş kahvemi içerken bu duvarın ötesinde biri benden yardım istiyor da ben farkında bile değilim mi diye düşünürüm. Omzumda artık bir kargaya dönüşmüş kuzgun hep tetikte.

Hikayenin devamı şöyle: Kemikleri evlerin ve büyüklerin olduğu yere getirdik o gün. Beklediğim kadar dehşete düşen olmadı. Kimileri kemikleri aldı elledi, kimileri aman uzak durun belki hastalıktan öldü dedi, ağızlarında protez dişleri ile yaşlı olanlar çene kemiğindeki sağlıklı ve eksiksiz dişlere gıpta ile baktılar. Ölü bir çocuğun sağlıklı dişlerine. Sonra ne mi oldu? jandarmaya haber verildi. İki tane askerlik yapan, asker kıyafetlerinin içinde sanki yüzer gibi, ilk fırsatta o kıyafetlerin içinden sıyrılıp arkasına bakmadan uzaklaşacakmış gibi ama yine de belli bir gün sayısı daha bu durumu idare etmeye yetecek kadar yere basan iki çok genç çocuk geldi. Baktılar, bir şey anlamadılar. Analasalar da yapacakları ya da yapabilecekleri bir şey yoktu. Yapmaya istekleri de. Asıl en büyük isteksizliğin sahibi köy muhtarı ise sonradan arzı endam etti. Biraz canı sıkkın gibiydi. Rahatsız edilmiş, kim bilir hangi boş işinden alıkonulmuştu. Gençti de ve genç olduğu kadar da çürümüş. İskeletin çok eski olduğuna karar verdi bir bakışla.O zaten konuyu kapatmak üzereyken bir çavuş ya da onbaşı peydah oldu. Nerde buldunuz, nasıl buldunuz diye bana birkaç soru soruldu. Ben en küçük detayı bile atlamadan bir Şarlok sorumluluğu ile anlatmak için ağzımı açtım, birtakım sesler çıkarttım ama hiçkimse dinlemedi. Konuşmadım mı acaba diye düşündüm. Şimdi kim uğraşacaktı? O uğraşmak istese yapılabilecek bir şey olmadığına muhtarla beraber kani oldu. Kemikleri öylece kontraplak suntanın üstünde bırakarak “bulduğunuz yere gömersiniz” deyip akşamüstü ışığında yok oldular. Kemiklerin etrafına toplanmış olan diğerlerinin ilgisi de hızla söndü. Vakit sırt dönme vaktiydi, yoksa mazallah kemikler üstlerine kalırdı. Büyük tozlu bir beyaz poşete doldurduk kemikleri. O poşeti de hiç unutmadım mesela. Büyükler de devletlileri onayladı, “gidin bulduğunuz yere gömün.” Diğer çocuklar da dağılmıştı. Çocuğunu her işten hızlıca sıyırma konusunda herkesten hızlı olanlar çocuğunu çekeleyip eve almıştı bile. Ölü kıza gösterilen ilgi ve merak ölmüştü. Az önce magazin iştahı ile izleyenler şimdi “ben korkarım” deyip geri adım atıyordu. Kimse kemiklerle daha fazla zaman geçirmek istemiyor, mümkünse hemen unutup normal hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi geri dönmek istiyorlardı. Hava kararmaya başlamıştı. Gündüz oyun olan gece dehşete dönüşüyordu çocuk aklımda. Bir ben kaldım, bir de bir başka kız çocuğu. Poşeti elime aldım, hafifti. Elimde bir insan taşıyordum, hafiflemiş, kemiklerinin içi can yerine hava dolu. Sanki beraber yapayalnızdık. Hem benim dünyamda hem onun dünyasında. “Bir de Fatiha okuyun” diye de öğüt vermişti gençken ve sağken çürümüş muhtar. Çok da derin olmayan bir çukur açtığımızı hatırlıyorum aynı yere. Poşetin içindeki tüm o kaval kemiğini, kaburgaları, parçalanmış kafatası parçalarını boca ederken yeniden canını yakmaktan imtina ettiğimi hatırlıyorum. Kemiklerin üstünde önce ıslak kumu sonra kuru kumu yığdık. Bir mezar taşı bile koymadık. Gömdüğümüzde artık günün son ışıkları kalmıştı. Yanımdaki kız çocuğu minik avuçlarını açtı, başladı duayı okumaya. O boşluğu hatırlıyorum. O bomboş yerde olmayı. Onu taklit ederek boşluğa avuçlarımı açtım. Ezbere bildiğim duayı okuyamadım. Aynı 10 sene sonra deprem hepimizi büyük bir enerji patlaması ile oraya buraya savururken babamla koridorda sıkışıp kaldığımız gibi. Sallantı en yüksek gücüne ulaşmıştı. Tavan ve kirişler sıkıştırdığınızda içine çöken bir lastik topun iç yüzeyi gibi başımızın tepesine kadar inip sonra yeniden uzaklaşıyordu. Elimde aptal bir yastık başımın üstüne tutarken babam dönüp “ kızım şehadet getir” demişti. O zaman ilk aklımdan geçen “ne yani ölecek miyiz şimdi?” olmuştu. Öleceğimize inanmasam da ağzımı açıp sadece ”e” diyebilmiş ve gerisini unutmuştum. O zaman ölümün kıyısındayken de, onu tekrar kumun altına gömdüğümüzde de bomboştu dünya. Karanlık. Kalan son çocuk da duasını okuyup hızlıca koşarak uzaklaştıktan sonra boşluğun içinden yürüyerek eve döndüm. Bu hatırayı unuttum ama o boşluğu hep benimle kaldı.

Oturup bu hikayeyi yazmam gerekti. Aynı kemik avcısı yaşlı kadının şarkısını söylemesi gibi eğer hikayesini anlatırsam belki o beyaz poşetten boca ettiğimiz tüm kemikleri yeniden bir araya gelir. Ben yazdıkça ete, cana bürünür yeniden. Belki ben yazmaya devam ettikçe yeniden soluk almaya başlar ve belki siz okudukça şimdi küpelerini kulağına takar, genç yaşının neşesi ile onu bulduğumuz yerin az ötesindeki denize doğru kahkahalar atarak koşmaya başlar. Bu kelimeleri art arda dizdikçe size adını değil belki, neden öldüğünü değil belki, kim olduğunu bile değil belki ama ensesine varmayan saçlarını ve eteklerini deniz meltemine vermiş uçuştura uçuştura, yüzünde güzel dişlerini gösteren kocaman bir gülümseme ile en azından varolduğunu, tüm güzelliği ve parıltısı ile bu çölün üstünde yürümüş olduğunu anlatmış olurum…

Kadın tahayyül yoluyla da hissedilir; büyük güzelliklerin görüntüleri yoluyla da.” KKK

Not: Filizciğim hediye için teşekkür ederim.