Yogabakkalı Mayıs Mektubu: Dekoder 2

“Hayatın amacı kendi kalp atışını evreninki ile uyumlamaktır, kendi doğanı doğanınki ile.”

Joseph Campbell

Size bir gezi notunu iki farklı versiyon ile anlatacağım şimdi. Ocak ayı boyunca Datça’nın bir köyündeydim. Her fırsatta dışarıya çıkıp uzun yürüşler yapıyordum ve bu yürüyüşlere biraz keşif biraz yoldan çıkıp kaybolmaca da eşlik etsin, hoşuma gidiyordu. Bir gün araba ile markete giden anayoldan giderken solumda zeytin ağaçları ve kayalar ile süslü bir tepe dikkatimi çekti. Dikkatimi çeken tepeden önce tepenin bacasındanmış gibi ağır ağır yükselen duman idi. İlk versiyon burada başlasın dostlar…

Duman sanki beni çağırır gibiydi, ateşi birinin benim dumanı görmem için yaktığını hayal ettim. Ve kafamda kurdum, bir gün buraya gelip arabayı şu köşeye park edip dumanın geldiği tarafa doğru yürüyecektim. Ve o gün, bazı yerlerde çatıların uçtuğu, rüzgar ve yağmurun yatak odasında hemen yatağımın başucundaki penceremi zorladığı, ıslık sesi ile incecik içeri sızdığı bir gecenin sabahında geldi. Hava durumunu kontrol ettim, az bir yağış vardı ama buraların rüzgarı sayesinde hava çok hızlı açıp çok hızlı kapatabiliyordu. sadece hava durumuna bakmakla kalmadım elbette, gökyüzüne de baktım. Bulut trafiği ne alemde diye. Şartlar uygundu. Arabaya bindim, arabayı planladığım gibi park ettim. Önce taş dökülmüş yoldan yürümeye başladım. İyi güzeldi de asıl güzellik yolu olmayan sağım solundaki ağaçlık alanlarda idi. Taşlı yol uzadıkça uzadı, bir kere yoldan çıktım ağaçların altından yürümeye kalktım ancak önceki akşamın yağmuru ve toprağın yeni sürülmüş olmasından dolayı batıp çıkıyordu. Biraz zorlayıp aradığım işaret gelmeyince uzatmadan taşlı yola döndüm. Bir süre sonra sağımda bir traktörün gide gele ama öyle çok da sık olmadan ama yine bir iz ve yol yaratacak kadar sıklıkla sürülerek yarattığı bir yol gördüm. Yemyeşil, ağaçların ve dizilmiş taşlarla kısmen ayrılmış bahçelerin arasından ilerliyordu. Yol beni çağırdı. Ben de çağrıyı aldım, yola girdim. Ama ne güzel yol, birbirinden şekilli ağaçlar, çimenler, taşlar, kır çiçekleri ve bir insan kulu dahi yok. Bir çeşit nazarımda kişiye özel cennet. Yol beni çağırmıştı ya cennet de benim içindi. İlk şifre çözülmüştü. Buyrun cennete girmeye hak kazandınız. İlerledikçe hava kapamaya başladı, ışık azaldı, bulutlar kat kat binmeye başladı ve rüzgar sertleşti. Ben de oldukça ilerlemiş, az ötesi deniz midir, buradan denize çıkılır mı diye düşünürken minik minik yağmur damlaları ile yürümekten sıcak tenimle yüzümde buluştu. Baştan damlalar o kadar ince idi ki emin olamadım ve ıslanmayı çok da umursamadan ilerledim. Hava sertleşirken yolda birkaç tane bahçeli ev göründü. Tavuklar ve horozlar yavaş yavaş yağmurdan kaçar olmuştu. Ben de montumun ne kadar suya dayanaklı olduğunu hesap ederek son kısmı da biraz koşsam diyerek geri dönmeye karar verdim. Önceki gecenin fırtınası az buz değildi. Daha birkaç adım atmıştım ki yağmurun sandığımdan çok daha fazla yağacağı anlaşıldı. Derken yarı açık bir kapı gördüm, kapının içinde dar bir alana park edilmiş bir traktör. Yanında bir çatı. Bir başkasının bahçesine gitmekten biraz çekinerek girdim ki kapı yarı aralık olmasa açıp da girmez idim. Yağmur şiddetini kaybedene kadar çatının altında bekledim. Tam da zamanında diye geçirdim içimden. Onca yol ağaçtan taştan başka bir şey yoktu yolda ve tam da yağmurun bastırdığı havanın soğuduğu anda bu çatı ve yarı aralık bırakılmış bahçe kapısı. Benim için biri günler önce ateşi yaktığı gibi, şimdi de birisi bu çatıyı benim için çatmamış olsa da en azından kapıyı açık bırakmıştı. her şey olması gerektiği gibi idi. Benim için hazırlanmış gibi. Gibi mi at o gibiyi. Bir de yanımdaki mini traktörün üstünde yazıyı görmemle büyük planın merkezinde olduğumu kavramam bir oldu: Altar. Bu da mı gol değil? Spiritüel bir goldü işte buz gibi. Yağmur dindi, güneş açtı. kendimden memnun ve dünyanın merkezinden geri, geldiğim harikulade yolu daha harikulade bir ışık altında geri yürüdüm…

Eğer ki her şeyde bir mana, önceden hazırlanmış bir düzen arar iseniz işler yukarıdaki gibi yürüyor. Egomuzu besliyor da besliyor. “Ben” altından bir heykel gibi hayatımızın avlusuna bir put olarak dikiliyor.

Bir de şu versiyon var: Senelerin getirdiği bir sezgisellik ile o yola girdim. İyi ki de girdim. Kimsenin olmadığı, cennet bahçesinde gezer gibi derinlerine indim. Tam da yağmur şiddetlenip rüzgar soğuk ve sert esmeye başladığında yolun yanında bir-iki ev ve evin korkak tavukları ile karşılaştım. Yine sezgi ve deneyimlerime güvenerek daha fazla ilerlememeye, feci bir şekilde ıslanıp hasta olma riskini (bir köy yerinde, soba yakarak ısındığınız bir evde tek başınıza kalıyorsanız hasta olmak istemezsiniz) azaltmak için dönmeye karar verdim. Dönerken yarı açık sürgülü yeşil kapıyı gördüm ve içeri süzüldüm. Sahibi gelirse minik bir açıklama düşündüm ve bir çatının altına sığınabilmiş olmak beni o kadar mutlu etti ki havanın sakinleşeceğine derinden güvenerek bekledim. Gökyüzüne baktığımda belliydi ki rüzgarın geldiği yöndeki gökyüzü açıktı ve bulutlar da hafifti. Yağan yağmur ile manzarayı izledim. Durduğunda çok berrak bir güneş de açmaya başladı. Zaten cennet gibi olan yürüyüş rotasında her şey daha güzel, daha parlak ve daha kutsal görünüyordu. Ve ben şükür, minnettarlık içinde yolu geri yürüdüm. O kapıyı farkında olmadan açık unutmuş ele teşekkürlerimi sundum, çatıyı çatana, bu ağaçları etrafıma dizen doğaya, oradan gele geçe yolu belirginleştirmiş traktöre, yağdığı kadar yağmaya ara verip yolumu kolaylaştıran yağmura. Hiçbiri benim için yapmamıştı bunu, her şey kendince kendiliğince ilerliyordu ve bu akışın içinde ben ancak çok şanslı olabilirdim ancak olmakta olana derinden bir güven duyabilirdim, ancak derinden duyduğum güveni bunca yılın sezgi ve deneyimleri ile besleyebilirdim. Günün sonunda bana kalan o günün bu kadar güzel geçmesine duyabileceğim şükran.

Her şeyde bir mana ve kendinize özel bir durum arar iseniz şükran hissi ıskalanmaya başlıyor ve sonra bir gün işler hiç de böyle gitmiyor. Aradığınız yolu bulamıyorsunuz, bir güzel kaybolup saatlerce aç ve yorgun yürümek zorunda kalıyorsunuz ya da inatla tırmanmaya başladığınız tepeden dikenli dalların arasından aşağı yuvarlanıp bir güzel inciniyorsunuz ve vazgeçmek zorunda kalıyorsunuz. İşte o zaman neden her şey iyi planlanmamış (!) diye farkında bile olmadan öfke duyuyorsunuz. Hani ben ne istersem benimle olurdu? Hani bu diyarın sahibi bendim?

Değiliz. Hiç olmadık. Hatta hayat denen şey bizim başımıza bile gelmiyor. Bizim de olduğumuz şu andan akıyor. O akarken bize de temas ediyor. İyi ya da kötü başımıza bir şey geldiğinde, şunu hatırlamak hep çok hafifletici; benim başıma gelmedi, geldi ve ben oradaydım. Etrafımızda akan canlılık bizi büyülüyor, kalbimizin atışını onun atışı ile uydurduğunuz zaman yağmurun altında ıslansak da ıslanmasak da her tür deneyimden keyif almaya başlıyoruz. Sürekli şifre çözmeye çalışmayı bıraktığımızda her şey hoş geliyor. Çünkü şifreler sandığımız gibi cennetlere çıkmayabilir, cennetin arka kapısını ararken açtığımız kapı cehennem kapısı da olabilir. O zaman öfkemiz kime olacak? Cehenneme mi, kendimize mi, kendisini aratırken tadımızı kaçıran cennete mi?

(Yukarıdaki yazıyı her şeyde bir mana aramanın yarattığı örtük bunalım hakkında yazdığım şubat mektubunun bir parçası olarak da okunabilir. Hızlıca ulaşmak isterseniz aşağıdaki linki kullanabilirsiniz:)

http://www.yogabakkali.com/news/2021/5/3/yogabakkal-ubat-mektubu-dekoder

Artık her mektuba bir de kitap önerisi eklemeye karar verdim.

Bu ayın kitabı birisine önermemle tekrar aklıma düşen ve yeniden okuduğum bir kitap.

Altı bolca çizili. Hem Doğu hem de Batı kaynaklı mitolojik hikayelerden yola çıkarak insan olmaya dair pek çok başlıkta karşılıklı bir konuşmanın yazıya dökülmüş hali.

Bu konuşmadan okuyana çok zengin bir içerik tatlı tatlı akıyor. Tanrı, varoluş ya da yaratılış, mitolojik karakterlerin bize ne anlattığı, kim olduğumuz ve her şeyin tarihine karşı merakınız varsa okuyunuz:

Mitolojinin Gücü

Joseph Campbell - Bill Moyers

MediaCat Yayınları

Yogabakkalı Nisan Mektubu

Al şu mükemmel olmayan beni, mükemmelleştiricilere götür mükemmelleştiricilere mükemmelleştirtmeden getirme. 

Sabah saat 07:00’de kalkıp halledilecek işlerimi halledip, kahvemin yanında kitap okuma ritüelimi gerçekleştirdikten ve kahvaltımı yaptıktan sonra saat hala 10:00 idi. Yeni güne, yeni haftaya ve hatta yeni aya bakıp daha ne kadar çok vaktim var gün bitmeden önce diye düşünüyorum. Ama bir yandan da olmadığını seziyorum. Gün yine göz açıp kapayıncaya kadar geçecek, akşam olacak sonra gece ve nihayet yeniden sabah. Aynı his, bildiğimle sezdiğim arasındaki birbirine oturmayan ve ne yapacağımı bilemediğim boşluk önceki gün beni bir başka kılıkta yoklamıştı. Birinci seviye Yunanca sınavını yaparken. Bilenler bilir belki ama kısaca özetliyeyim, Yunanaca’da bolca “i” sesi, iki de “o” sesi var. Bizim bildiğimiz “u”, “y”, “ı” harfleri ve “oi”, “ei” kombinasyonları hep “i” diye okunuyor mesela. Ve dün bildiğim kelimeleri yazarken hep o bilemediğim hissi ile, kesin buradaki “i” bu değildir diye diye sınav bittiğinde kalan his şu idi: “biliyorum ama aslında hiç bilmiyorum”. 

“Daha çok vaktim var ama aslında yok”

“Bunu istiyorum ama aslında istemiyorum”

“Onu seviyorum ama aslında sevmiyorum”

Bilgimiz, kararımız, tahminimiz doğru olsun istiyoruz ama “ya değilse” diye için için kemiriliyoruz. Ne tarafından? Emin olma isteği tarafından. Hakim olma ve kontrol edebilme isteği. Halbuki kontrol sadece bir illüzyon. Kısmen ya da tamamen kontrol edebildiğimiz, edebileceğimiz ya da etmiş olduğumuza dair bir illüzyon. Siyah Kuğu filminin sonuna doğru bir sahnede başroldeki karaktere can veren kadın oyuncu şöyle der: “Ben mükemmeldim” O sırada ağır yaralı bir şekilde sedyede yatmaktadır mükemmel olan. Mükemmeldir - en azından bir süreliğine mükemmel olmuştur- ama mükemmelliğini kontrol edememiştir. Mükemmelliğini delik deşen eden de yine kendisidir. 

Yoganın 8 basamaklı yolunda 2. basamağının sonunda, asanaya gelmeden yani bugün yoga deyince ilk aklımıza gelen yoga pozlarından hemen önceki kavşakta, karşınıza svadhayaya çıkar. Kişinin kendini her anlamda ve her şekilde eksiksiz bir şekile çalışması ve bu çalışmanın sonunda bilmesidir. Kendini sürekli deneye tutmaktan ziyade yaşam ile hemhal olurken aktörü olduğu deneyimlerin aynı zamanda gözlemcisi olarak, bu deneyimlerin içinde kendini tarafsız bir şekilde izlemesidir. Bu tanıklıktan edindiği bilgi ile kişi kendini tanır. Sadece matın üstünde değil. Kişisel ya da toplumsal ilişkileri içinde de. Yani bir toplu taşıma aracında birisi ayağımıza bastığında verdiğimiz tepki kadar bizzat kendimiz bir başkasının ayağına bastığımızda bize verilen tepkiye karşı tutumumuz da buna dahildir. Matın üstünde “kabil olmadığımız” ile ya da “kolaylıkla üstesinden geldiğimiz” ile kurduğumuz ilişki ile başlar. İlk adımı bedenimiz ile kurduğumuz ilişkidir. Bakın etrafınıza; matın üstünden suyunun sıkılmasından keyif alan insanlar size ne anlatıyor? Yoga hocası tarafından parçalanmaktan haz alan yüzler gördü bu fani gözler. Matın üstünde mesela sen kmsin bu yazıyı okuyan? Hadi zor yerden soralım: Çok sevilen ya da arzu edilen bir şeyi kaybederken ya da kazanırken yine biz kimiz’dir?

Sahi gerçekten kimim ben? Bir yoga dersinin öncesinde matın  üstüne yerleşmiş, pratiğe talip olmuş kişilere salık verdiğim nasihatlerin neresinde seyrediyorum? Nefesini dinle derken kendi pratiğimde bangır bangır müzik mi açıyorum; vuku bulan hislere samimiyetle bak derken akıllı telefonumun çok iyi kalitede çekim yapan objektifi karşısında yoga yaptığımda pozun görünüşü ile mi ilgileniyorum; birilerine aman ahimsa deyip, -8 basamaklı yolun “zarar vermeyeceksin” diyen ilk adımı- tembih ederken; sulu sulu biftekleri kızarttığım pornografik IG hikayeleri mi çekiyorum; zihnimi öyle bir eğittim ki istesem su bile içmeden yaşarım derken bütün gün kahvesiz adım bile atamaz durumda mıyım ya da brahmanizmin ayrılmaz unsurlarından, binlerce yıllık çilecilik geleneklerinden belli sebeplerle cazibe yaratan uygulamaları- örneğin oruç ya da cinsel perhiz- cımbızlarken binlerce liralık matların üstünde takla mı atıyorum? Sözlerim, yazılı kelimelerim  ya da sosyal medyamdaki renkli videolarım mi anlatıyor beni yoksa eylemlerim yani pratiğim mi? En basiti anne ya da babam ile kurduğum ilişki pratikte nasıl?

Tüm bu sorular “ben kimim?” sorusunun farklı varyasyonları. Ben kimim’i kazma kürekle iyice kazdıktan, farklı çağların toprak katmanlarında dolanmış köklerine baktıktan bir sonraki adım anlamını buluyor: İşvarapranidhara. İşvara*’ya inanıyorsan İşvara’ya, tanrı’ya inanıyorsan tanrıya ya da toplumsal ya da doğal şartların kombinasyonu dersen ona yaslanmak. En basit formülü: Elimden geleni yaptım, gerisi benden öte, benim dışımda. Şimdi arkama yaslanma vakti. Arkaya ister bir tanrı koy ister kendi vicdanını. Olabilecek olan mı sınırın yoksa sınırları dağıtarak mükemmelleştirmeye çalıştığın yerde misin?

İkincisi ise beyhude bir yerdesin. Tükendiğin, tükettiğin yerdesin. Sen tanrı değilsin ya da işvara ya da kendin dışındaki tüm o belirleyici şartlar yumağı. Delik deşik bir yer orası. Fani beden ve zihin sahipliğimiz ile sahip olduğumuzla tıkamaya çalıştıkça dağılacağımız bir yer. 

Bir gün bir biyopsi sonucunu almaya gidiyordum, hastanenin dev girişinden girdikten hemen sonra, orada ne için bulunduğu malum yüzlerce insanın arasına karıştıktan sonra olası sonuçtan bir an korkuverdim. Ya kötü huylu bir tümörse diye. Kötü bir durum ile karşı karşıya olduğumuzda ya da o durumun içinde kendimizi bulduğumuzda aklımıza ilk gelenin “neden ben “ sorusu olduğu söylenir. Öğrenilmiş bir isyan etme biçimi. Neden ben diye soran sese daha derinde bir başka cevap gelmişti “neden ben değil?” 

Ve belki de burda soru şu olmalı:

Ben ne değilim? 

Şununla başlayalım.

Mükemmel değilim.. 

Tam da olması gerektiği gibi..

Yogabakkalı Mart Mektubu

“Her gün yeni bir gün. Sabah erken kalkana kadar, erkenden kalkıp kendini dışarı atana kadar bunu pek anlamak mümkün değildir. Evet, dersin; yepyeni taptaze bir gün. Yavaş yavaş ilerleyen, prangalı filin büyük gövdesinin ışığını perdelediği güneş ufukta top gibi yeni görünmüşken Delhi için bunu söylemek pek de mümkün değildi. Bayat bir hava, doğdukça yenilenmeyen daha da eskiyen bir günün pullu bir sabahı. Araba ağır ağır ilerliyordu. Araba da fil gibi ya hayatından bıkmıştı ya da henüz uyanamamıştı. Delhi’ye ilk kez geldiğimde, genzi yakan o havasının boğazına ilk dolduğu yer olan havaalanından şehre ilk süzüldüğümde o sisin içinde düşündüğüm ilk şey buydu. İlk kez gördüğüm her şey o kadar eskiydi ki ilk kez görmekten ziyade çok iyi bildiğim, hep yanında taşıdığım, yıllardır üstünde tuttuğum bir şeyi ilk kez görür gibiydim. Sanki bu şehir kafamın içiydi. Zihnim bir şehir olsa Delhi olurdu. Sevemedim, nefret etmedim, solumakta zorlansam da hızlıca geri dönme isteği duymadım ama kalmayı da düşünmedim. Tanıdıktı ama ilk kez görüyordum. Buna benzer bir şeyi ilk kez New York’ta Times Square’e metronun yürüyen merdivenleri ile arzı endam ettiğimde hissetmiştim. Tanıdık, sanki daha önce yaşamışım gibi ama ilk kez karşılaştığım bir yerdi. Yüzlerce filmde, onlarca dizide karşıma çıkan, binlerce karakterin geçtiği bir meydan. Tüylerim diken diken olmuştu, gerçek miydi yoksa film miydi diye sordu beynim. Kafam karıştı. Ne yapacağımı, ne yana gideceğimi bilemedim. Yine böyle tek başınaydım ama o tanıdıklık dışarıdandı. Bu bambaşka. İçeriye bakmak gibiydi. İçeriyi ilk kez anlamak ya da hissetmekten ziyade gözlerinle görmek.”

Hindistan’a yolculuk hep özeldir; derler ki ya aşık olursun ya da nefret edersin. Benim öyle keskin çizgilerim olmadı ama İstanbul’daki evimden 3 sene önce yola çıktığım Yeni Delhi’ye varıp oradan Vrindavan’da Holi kutlamalarına katıldığım, meşhur Taç Mahal’in bulunduğu şehir Agra’da sona eren 1 Mart günü hayatımın en uzun günü oldu. Mart mektubu mart başında çıktığım bir seyahatle ilgili düştüğüm notla açmamın sebebi yolculuk etmeye duyduğum özlem. Her sene martın ilk haftası benim için uzaklara seyahat anlamına gelir ve bu sene Kovid salgını sebebi ile bu anlamın yokluğu demek oldu. Çok sevdiğimiz bir şeye ulaşamaz hale gelince ne oluruz? Arkasından yas mı tutarız, depresyona girip kahreden mi oluruz, başka bir şeyi mi sevmeye çalışırız, yokluktan birtakım dersler çıkarıp duygularımızı görmezden mi geliriz ya da tam tersi yöne kırıp duygularımızın coşkun seline izin verip dramaların en büyüklerini mi sergileriz? Bir şey olmadığında nasıl tepki verdiğimiz bize kim olduğumuzu mu söyler? Yoksa biz sevdiklerimiz, iyi zamanlarımız, gezmelerimiz tozmalarımız, hobilerimiz, yapmaktan keyif aldıklarımız ile mi ifade oluruz? Sosyal medyalarımıza bakarsak öyle. Her şey yolunda ikenin ördüğü bir amigurumi oyuncak sevimliliğinde hepimizin hesapları, bunda bir problem yok. Bir öğrencim zor bir zamandan geçerken sadece iyi şeyler görmek istiyorum demişti, tamam, zor zamanlarda ihtiyacımız bu olabilir. Kötü zamanlar, yokluklar, hastalıklar, engellenmeler, istenmemeler, reddedilmeler, unutulmalar, sevilmemeleri vitrine koymayalım ama o zaman tam o noktada şu ayrımı yapalım, gördüğümüz şey gerçeğin bir kısmı. Gerçeğin çerçevelenmiş bir kısmı, çerçevelenen kısım ise en beğenilen ve parlak kısmı. Gösterenin göstermek istediği kadarını, göstermek istediği şekilde görüyoruz. Muhtemelen alınan onlarca-yüzlerce fotodan gösterilmek için seçilen bana sunuluyor, gülümseyen bir yüz mutluluk ile eşdeğer değil, coşkuyla açılmış gibi bir ağız illa ki o andan alınan keyfin ifadesi değil. Bir instagram akşını aşağıya hızlı hareketler ile çekerken ya da hikayeden hikayeye geçerken tüm bunları hatırda tutmak da kolay değil. Bir gün bir gönderide görmüştüm; başkalarının sana göstermeyi seçtikleri dışını için ile kıyaslama diye. Güzel özetliyor çünkü bu çukura zor zamanlarda düşüyoruz. Tatmin edilmemiş duygular yoğunken, bazı yokluklar ile cebelleşirken zannediyoruz ki dışarıda herkes partiler gibi bir hayat yaşıyor ve partiye sadece biz davet edilmemişiz. 

Bir de yoga hocası iseniz eğer yarı-çıplak bir şekilde göz şenlendiren yoga pozları yaparken çekilmiş fotoğraf ve video paylaşmak zorundaymış gibi hissettirilme var. Çünkü böyle bir paylaşımın altındaki beğeni ve izlenme sayısı doğru yol bu der gibi. Takipçi sayını artırmak, popüler bir yoga hocası olabilmek, dolayısı ile işinde başarılı olmak için, “ Evet, evet en iyi yol bu", der gibi. Bu baskının sizi etki altına almasına izin vermeyin, çünkü en doğru ya da iyi yol bu değil. Instagram önemli bir araç olsa da çerçevelerin içinde gördüğünüz hiç kimseye benzemek zorunda değilsiniz, keyif ve zevk almadığınız hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsiniz, gerçekten kendinizi hem bedensel hem de kişisel olarak rahat ve kendiniz gibi hissetmediğiniz kıyafetler ya da çerçeveler ile poz vermek ve bu şekilde ifade etmek zorunda değilsiniz, sizi siz olmaktan dışarı savuran ne varsa reddetmek en güçlü seçiminiz. Bir gün kendimi bir seyahatimde uzun uzun bakarak içine girmek istediğim bir manzaranın önünde bir yogalı poz vermeliyim diye düşünürken buldum. Bu düşünce öyle geçici ve uçucu da değildi üstelik, bildiğin baskı altında hissettim. "Bu harika görüntüyü kaçırmamalıyım." "Fırsat bu fırsat." Yok bebeğim, şimdi bu fırsatı öyle bir kaçıracağım ki kimseler bilmeyecek: Huzur.

Bir gün bir doktor öğrencim aracılığı ile 5 saatliğine hastaneye yattım. Reaktif Hipoglisemi diye bir hastalık var, bunun için her yarım saatte bir kan şekerinizi ve insülin seviyenizi ölçüyorlar. Ben de biraz vakit geçirmek için hastane odasından bir iki hikaye paylaştım. Sonra insanlardan birkaç telaşlı mesaj gelince hemen kaldırdım. Gerçekten kötü bir şey olurken aklınıza sosyal medyanız gelmiyor ya da orada herhangi bir şey paylaşmak. İyi bir şeyler olurken, güzel manzaralara bakarken, güzel vakitler geçerken, güzel diyarlar görürken yeni ve keyif ya da heyecan veren deneyimlerden geçerken paylaşmak istiyorsunuz. Bu sadece kötü zamanınızı sansürlemek değil, içimizden gelmeyen de bir şey. Bize düşen şey bir görüntü ya da görsele bakarken bunun gösteren tarafından kontrol edildiğini unutmamaktır. Eğer bu görüntüyü alımlarken bunu unutuyor, herkes tatmin edilmiş bir hayat yaşıyor hissine sık sık kapılıyorsak, kendi duygusal karanlığınıza çekiliyor, o cümledeki gibi başkalarının kurgulanmış dışını kendi içimiz ile karışılaştırmaktan kendimizi alamıyor isek bu ay gerçek bir seyahat yerine sosyal medya tatiline çıkmak iyi bir fikir olabilir.

Not: Instagram hesabınızı 3-4 hafta askıya almak isterseniz app’ten değil web üstünden girerek dondurabilirsiniz. Size iyi gelmeyen hesapların gönderilerini ise “Sessize Al” butonu ile görmemeyi tercih edebilirsiniz. 

Yogabakkalı Şubat Mektubu: Dekoder

Gizli bir stres. İnce ince, lime lime, hiç çaktırmadan içimde yol almış da almış. Çünkü stres diye bildiklerimden çok başka bir mantosu var. Bir çeşit görünmezlik mantosu. Sürekli bir şeyden mesaj çıkarma, şifreleri okuma, işaretleri takip etme gerekliliği. Her şeyin merkezinde “ben” varmış gibi ya da “sen” ya da “biz” ya da “yaptığımız her ne ise o” varmış gibi, martıdan düşen tüy, gökyüzündeki kalp şekilli bulut, çimenlikte açan mor çiçek, evimizin koridorunda önümüzden geçen örümcek, bir anda kırlara inen sis. Hepsi ama hepsi bize bir şey mi anlatıyor? Bizim bu şeyi okuyabilmemiz, iyi analiz edebilmemizi ve bir sonraki adımımızı buna göre atmamız gerekiyor olabilir. Bir düşünsenize ne kadar büyük bir dert? Ya ben bi işareti okuyamadımsa ve bu bir kazanın ön habercisi ise? Ya sevdiklerimin incineceği bir olaydan önce bu mesajla karşılaşmış, bu mesajı alamamış, yeterince spiritüel olmadığım için yorumlayamamış ve öncelenebilecekken bu incinmeyi önleyemezsem? Kutsal inek!!!

Bir gün, derslerim ve eğitimlerimin sadık bir takipçisi ve sevdiğim bir öğrencim demişti ki her şeyin bir anlamı olduğunu görmek harika. Ben de ona dedim ki her şeyin bir anlamı yok, büyük bir plan yok. Her şeyin harmoni ve uyum içinde olmasını sağlayan şey sensin, iç sesini dinleyerek aldığın kararların ve bu şekilde yaşıyor olmaktan duyduğun tatmin. Çünkü yoga ve meditasyon gibi pratikler bize bunu sağlar. Kim olduğumuzu, bir şeyi gerçekten isteyip istemediğimizi, duygularımızı iyi izleyebilmeyi sağlar. Biz kim olduğumuzla daha fazla temas kurdukça kafa karışıklığımız azalır ve hayatımızın parçaları birbirine uyumlu hale gelir. Her şey tam da olması gerektiği gibi harika gidiyorsa her gün kanser teşhisi ile yüz yüze kalan insanlar nerede neyi yanlış yaptı? Ve sanki bir şeyi yanlış yapmışlar gibi hissediyorlar. Meditasyon yapmadıkları için mi ya da yoga? Belki fazla hırsa kapıldılar, belki kendilerini yeterince sevmediler, belki yaptıklarında yeterince şefkat yoktu. Bakar mısınız bizim her şeyin büyük bir planın olduğuna dair fikirlerimizin diğerleri üstünde yarattığı ithamlara ? Çünkü büyük planın sonunda, işaretleri okuyup şifreleri çözen, her mana ve anlamı bulmacada doğru karelere yerleştiren dekoder şahıs, kral ya da kraliçeye dönüşüyor. Büyük plan, bu mu? Karga bunu anons etmek için gakladı, kar taneleri ona taç olmak için düştü, tilki kuyruğunu onun pelerini olmak için salladı. Gök gürledi, yer yarıldı. “Ego” parladı da parladı. Şifreleri iyi okumayan diğer kusurlu non-dekoder şahıslar düşünsün şimdi.

Bir video izledim. Dünyada 690 milyon aç, yani varsa eğer bir yatağı, yatağına karnı doymamış olarak giriyor. Videoda bu insanların yapamadığını yapmış bir yoga hocası, benzer zor şartlar altında birkaç ay yaşayarak nasıl aydınlandığını anlatıyordu. Bu kişi, belli ki ileri seviye spiritüel uygulamalar ile ileri seviye bir yerlerde. En tepedeki üç çakradan, tanrıların çakrasından gökyüzünden bakıyor yeryüzündekilere. Araba ya da ev ya da bir ilişki sahibi olmayı istemenin beyhudeliğinden, bunlardan vazgeçmeden önce, zaten hiç sahip olmadan nasıl vazgeçtiğinden, zaten hiç istememiş olduğundan. Bir araba sahibi olabilmek için yıllarca para biriktirenlere, şu dünyanın yükünü paylaşmak, muhabbetle yaşayacağı bir ilişkinin hayalini kuranlara tepeden bakan spiritüel bir kibirle.

Ve spiritüel kibir. Geçenlerde bir araştırma yayınlandı. Scientific American’da. Meditasyon ve yoga gibi uygulamalar yapanlarda egonun nasıl şişip kendini üstün görmeye dönüştüğüne dair bir araştırma. Araştırmanın da gösterdiği ve hep konuştuğumuz gibi meditasyon benzeri ya da spiritüel uygulamalar yapanlarda öz-saygı yükseliyor, keza öz şefkat de. Diğerleri ile ilişkileri iyileşiyor, daha yardımsever ve paylaşımcı oluyorlar vb. Araştırma bunun ben-merkezciliğine katkısını onaylasa da sonra bunun sağlıklı bir öz-saygı artışı olabileceğinin de hakkını veriyor. Sağlıksız öz-saygının artıp ben-merkezciliğe dönüşmesini ise komünal narsisizm kriterine bakarak belirliyorlar. Kişinin öz-saygısı yükseliyor evet ama yükseliş ile kendini diğerlerinden, ait olduğu gruptakilerden ya da genel olarak tüm insanlardan daha iyi, daha yetenekli, daha özel, daha üstün ya da daha yukarıda değerlendirmeye başlıyor. Bıraksalar dünyayı değiştirebileceğinden, diğerlerinden daha yüksek bir bilince sahip olduğundan, diğerlerinden daha fazla çevreyi koruduğuna kadar vb, liste uzar da uzar. İşte bu komünal narsizm spiriütüel kibirin işareti. Kendini diğerlerinden üstün görmek. Bu durum, psikolojik bir çeşit rahatsızlığı da tetikleyebiliyor, işareti de olabilir ya da birlikte yürüyebiliyor. Grandiyöz Narsisizm. Büyüklenme sanrıları. Meali kendinin özel olduğunu düşünmek, buna inanma ve bunu destekleyecek gerçeğe yakın ya da gerçek üstü hikayeler anlatmak. Etrafında olan her şeyi kendisi için özel bir işaret olarak algılama, her şeyi kendisi ile ilgili sanma ya da diğerlerinin hep onun dedikodusunu yaptığını ve hatta çok ünlü olduğunu sanma gibi hezeyanlar yaşatıyor kişiye. Yeteneklerini aşırı abartabiliyor, bir bakmışsınız size ilkokuldaki başarıları ile övünebiliyor örneğin, ya da herkesin onun peşinde olduğuna dair hikayeler anlatabiliyor. Truman Şov diye bir film vardı, izlemedi iseniz listeye alın. O filmin tersine çevrilmişi gibi. Etrafındaki her şeyde bir mana, bir işaret, kendine dair bir işaret görmek de bu halin bir parçası. Grandiyöz Narsisizm bir hastalık, egosunu yendiğini söyleyip sürekli egosunu şişiren bu kişiler hasta olduklarının farkında bile değiller. Kendilerini ulak, kahin, peygamber, lider sanıyorlar ve bir şeylere inanma açlığı içindeki insanları da peşlerine takıyorlar. Sözde guru’lara şöyle bir bakın sosyal medyada…

Günün sonunda o karga size gaklamadı, o tilki size kuyruk sallamadı, o gül size aşık olmadı. Siz küçük prens değilsiniz. O bir hikaye kahramanı. Burası gerçek hayat. Hakikat ağır, hakikat çetrefilli, hakikat zaman zaman motivasyon kırıcı olabilir ama hakikatini yaşamak kadar parlak ve tatmin edici bir hayat ise yok. Kendi hakikatini yaşayan insanlara bakın. Hakikat sosyal medyada yaşanmıyor. Bu bir köyde gördüğünüz, bahçesindeki sebzelerinin ne kadar iştah açıcı bir yeşilde, narının kırmızısının ne kadar göz alıcı olduğunu anlatırken gözleri parlayan, her sabah erkenden titizlikle bahçesinin bakımını yapan öğleden sonraları ise gururla oturup küçük bahçesini izleyen İhsan Amca’da. Sürekli size sosyal medyadan mesajlar veren, kendini öven hikayeler anlatan, üstünde hep aynı urba varmış gibi gözükse de şatafatlı spiritüel pelerinini ve kibirini takıp takıştırıp tepeden sözler eden insanlarda değil. Tepe çakralarda değil, kalpten yaşamak İhsan Amca’nınki. Ayakları toprakta başı gökyüzüne uzanan, hakikatini yaşarken kimseden kendini üstün görmeden kalpten yaşamak. Bugün ağacının dalındaki nardan istersin verir, yarın istersin vermez. Bir çocuk gibi. Oyuncağını vermediğinde kötü olmayan, verdiğinde ise diğerine üstün olmayan bir çocuk gibi.

Şu an bunu okuyan sen gibi.
Kalbinden geldiği gibi…