Yogabakkalı Eylül Mektubu

Bir dileğim var. 

1.Taş

Tek bir soru ile bir insanın en karanlık odasının kapısını aralamanın mümkün olması ne tuhaf.

İki gündür evin dış cephesi için çalışan ustaya kısa bir mola çayı koyuyorum. O da belli ki, hem çayı hem de konuşmayı seviyor. "Neredensin" ile başlıyor muhabbet, nerede oturduğu, işi gücü, "eşim hemşire" derken, hop "nerde çalışıyor", "şimdi ev hanımı oldu", biraz da kutlayan bir neşeli ses ile, "çocuğunuz mu oldu", "çocuğumuz oldu da öldü, 2017’de"… 

Buz gibi sessizlik, öne düşen bakışlar. Az evvel neşeyle edilen muhabbetin masada kalmış kırıntıları ile oynar gibi manasız bir başınız sağolsun.

Hiç girmeyi istemediğin bir odanın kapısını artık açmış bulunmak, açtığın kapıyı usulca ve saygı ile geri kapatmak. İnsan ilişikileri ayni beynin nöronları gibi. Neredeyse sonsuz diyebileceğimiz çeşitlilikte bağlantı kurma kabiliyetimiz var. Bu kabiliyeti zarar vermeden, kırıp dökmeden, keyif alarak ve sınırlarını bilerek kullanmak ne kadar mümkün, uzun uzun bunu düşündüm o gün. Bunları düşünürken hayatın akışı içinde bu bağlantıların bir yandan da her şey gibi ne kadar geçici ve uçucu olduğunu unutmamak da mümkün mü? İdealize etmeden, spontanlığı ile beraber samimiyetini de kaybetmeden nezaketi iki değişkenin arasına, iki insanın arasına koymak mümkün mü?

Bu en alta koyduğumuz taş olsun.

2. Taş

Ben genç iken zekice laf sokmak, kapak yapmak, müstehzi sohbetler makbul idi. Zeki çocuklardık ve her lafımızda da zeki olduğumuzu kanıtlamak ihtiyacı içindeydik. Dönemin mizah ve eğlence anlayışında da paralel bir şeyler vardı. Sarkazm yapacağız derken birilerinin olmadık sırlarını, özel dialoglarda saklı kalmış detayları ortaya dökerdik. O kadar müstehzi konuşurduk ki, ve özellikle en sevdiklerimize, birbirimizi delik deşik ederdik. Hem de ortada bir kavga veyahut tartışma dahi olmadan. Birbirimizi sarkastik ok uçlarına bağladığımız pembe kalpler ile vurarak severdik. Yaraladığımızın ya da yaralandığımızın o kadar farkına varmaz idik ki evimize ya da yurdumuza dönüp yalnız kaldığımızda hissettiğimiz sızının nereden sızdığını hiç bilmezdik. Nereden ve neden yaralandık bilmezdik. Çünkü 80 yıllarda ve hatta belki de 90’lar doğanların dünyası böyle bir dünya idi. Gerçek duygu ve düşüncelerimizi göstermek yerine aklımızca reddedilme riskini göze almadan dünya ve onun sakinleri ile ilişki kuruyorduk. Yaşamak aksiyon değil reaksiyon ile mümkündü. Herhangi bir şey yapmazdık ama herhangi olan bir şeye cevaplarımız, imalarımız, eleştiri ve ironik redlerimiz hemen avucumuzda hazır idi. Hele de lise ve üniversite zamanlarında birbirine alınan o absürd hediyeler. Aldığın hediyenin beğenilmeme riskini göze almazdın, çaresi var idi, gidip parasıyla absürd hediyeler alırdın. Bana üstünde "Canım Türkiye’m" yazan dev bir nazar boncuğu tasarımı olan bir süs tabağı gelmişti mesela. Ayakları ile. Muhtemelen arkadaslarım bunu çok komik ve yaratıcı bulmuşlardı. Kendi kuşağımının politika ve dünyayı değiştirme fikirlerinden uzak tutulması için ortaya saçılmış dejenere kültür dünyası nimetlerinden bihaber 17 yaşındaki halim o hediyeden nefret etmiş ama yine de atmamıştı. Bir gün dev nazar boncuğunu dedemin evinin girişinde gururla asılmış buldum. Annem dedeme vermişti, o da birilerine göre ironik ona göre harika bu hediye nesnesini ayılıp bayılarak evinin girişine asmış idi. 

Gerçek olanın “vuku” bulduğu yerde ironi olmuyor. 

Benim için sarkazma verdiğim değer, yoga başladığında bitti. Ne zamanki yogaya başladım, yoga ile gerçekten ne hissederim, gerçekten neye ihtiyacım var, ben ezberlediğim ben olmasam hangi sözcükler ile konuşurum, hangi duygular ile bağ kurarım o zaman anladım. O zaman anladım ve bir baktım ki ben artık müstehzilikten, zekice laf sokmalardan, hızlıca cuk cevaplar vermekten ve verilmekten haz almıyorum. En sevdiğim insanların sözcükleri kağıt kesiği gibi  yakıyor ve ben de o günahtan bolca işlemişim. Hem de birbirimizi bu kadar sevip kollarken… İnsan sevdiğini pamuklara sarar dostlar, dikenli sözcüklere değil.

Yoga böyledir, bir güzel kazır insanı. Kat kat giydiğin zırhları söker önce, kendini hızlıca savunmaya geçmeleri bırakırsın. Zırhlar döküldükten sonra pul pul deri değiştirmeye başlarsın. Lüks bir güzellik merkezinde peeling yaptırmaya benzemez bu deri değişimi. İnsan derisini bırakmaz istemez hemen. Derisinde hatmettiği dünyasının haritası vardır çünkü. Deriyi kaybeder ise deriye kazıdığı haritasını da yitirir. Ama tam da haritasız dalgalı sularda sürüklenme ve kaybolma vakti gelmiştir. Haritadan sonra kaybedilmesi gereken  şey kontroldür. Gemi kayıptır, ama dümenden de bir adım geri çekilme vakti gelir. Gemiye "benim gemim" demeden sürüklenmesine izin veririsin. İzlersin nefesini, aynı dalgaları izlediğin gibi. Etrafındaki karalar artık tanıdık değildir, arkadaşların uzaklaşır çünkü seni artık tanıyamazlar. İsterler ki zekice ama acımasız kelimeler ile onları delik deşik etmeye devam et. Ya da tam tersi.  Onlar seni böyle sevmiştir. Elinde kılıcın ve zırhınla. Sen artık kılıcı bir tarafa bırakıp zekice laf soktuğun insana aslında seni seviyorum demek isteyen, hisseden ve hissettiğini ifade etmeden de yüzülemeyen sulardasındır. Önce zırh, sonra haritanın işlendiği deri, sonra kontrol kaybolur. Sonra biraz daha kazınırsın. Öğretilmiş doğrular, -meli’ler, -malı’lar, şartlar, sevilmek için ayrı sevilmeye devam etmek için ayrı verimiş ödünlerden yapılmış uzuvlar, ihtiyacın olmayan ama tüm bedenini kaplamış uzantılar, keyif aldığını sandığın zevkler, iyi gelmeyen yemeler-içmeler ufalanır da ufalanır.  Artık lafı dolandırmadan, ima etmeden konuşmak istersin. İşte gerçek nezaket budur. En sade ve gerçek halin ile en sade iletişimi kurmak. ..Bunu da koyalım diğer taşın üstüne. 

3.Taş

Ve başka bir iletişim sancısı. Bir başkasının parası ile cömertlik yapmak diye söz vardır. Bir başkasının hayatı ile cesaret kuşanmak diye eklemek isterim. Birilerine bakarız ve şöyle deriz “ben onun yerinde olsam….” "Ohooo" diye devam ettiğinizi duyar gibiyim. İşte o "ohooo" bir başkasının hayatı üstünden cesaret taslamak. Harika bir yerdir orası. Rüyaların gerçek olduğu yer. Ama rüyaları gerçek olan da siz değilsiniz. Bir başkasının hayallerini gerçekleştiren kişisiniz. Sahi sizin orada ne işiniz var?

Kendi hayatımızda o imkanlar  ya da olmulu olumsuz o şartlar olmadığı için, olan birinin hikayesi üstünden sevgili egonu okşamak. O kocayı/karıyı boşardım, her ay bir seyahate çıkardım, yurtdışında yaşardım, şunu alırdım bunu satardım, terk eder giderdim de gider. Hadi itiraf edelim hepimiz yapıyoruz. Ne kadar yıkıcıdır aslında, özellikle de yerinde olsanız hayatını uçuracağınız kişinin yüzüne ediyor iseniz bu lafları. Bir de kişi yaptıkları ya da yapamadıkları üstünden suçluluk ile yüklenir. Ben var ya onun yerinde olsam "üfff."

N’üfff? 

Bunu da açalım mı? Ne zamanki yukarıdaki cümleyi söylemek için sabırsızlanır buluyorum kendimi "dur" diyorum "sen dön de kendi hayatına bir bak". Ne çözülmeyi bekliyor? Hangi düğümü çorap çekmecesinde arkalara sakladın? Hangi zihinsel ya da fiziksel ihtiyacının başkalarının hayatı üstünden çektiğin “üff” ya da “ohoo” ların enerjine ihtiyacı var? Hariçten gazel okumak yerine dahilden şiirimizi yazsak ortaya kimbilir neler dökülürdü. İçeriye enerjiyi yöneltmekten korktuğumuz zaman hep başkalarının hayatları üstünden zımmi cesaret gösterilerine girişiyoruz. Hata yapmaktan bu kadar korkmasaydık acaba nasıl bir ilişki dünyamız olurdu? Kibarlık sandıklarımız ile kesikler mi açıyoruz ya da çam devirmekten korkarken ince ama sahte laflar ile sessiz yangınlar mı çıkartıyoruz? Bu da son taş, en üste koyduğumuz. 

Dilerim dileğimiz gerçek olsun.

Eylül'de bakkalda ne var?

  • 3 Eylül kayıt için son tarih. 7-10 Ekim Kalbin Toprağı İnzivası Kapadokya’da Gül Konakları’nda gerçekleşecek.

  • Kapalı grup yoga dersleri devam ediyor. Yoga 1 dersi yakında açılıyor.

Pazartesi Her Seviye Yoga 20:00-21:15 

Çarşamba Yoga Terapi 20:00-21:15

  • 30 Yoga Terapi dersi video kaydına ulaşabileceğiniz 30 günlük Youtube Özel Abonelik ile de istediğiniz saat ve zamanlama ile istediğiniz yoğunlukta ve ihtiyacınız ya da hassasiyetiniz olan bölgelere uygun pratik yapabilirsiniz. Bel, boyun ağrıları ya da skolyoz gibi kategorilerden anklizon spondilit gibi başlıklara kadar uygulamanın dokunacağı bölge ve problemler ile yoga yapabilirsiniz.

İnziva, Dersler ya da Özel Abonelik için Kayıt OL!

İleri Seviye 75 Saat Yoga Terapi Eğitimi Ekim'de başlıyor. Erken ödeme indirimi için son tarih 15 Eylül. İleri seviyede fizyolojik rahatsızlıklar ve sistemler ile çalışıyor olacağız. Otonom Sinir Sistemi rahatsızlıklarından anksiyete, stres ve uykusuzluktan Endokrin Sistemi rahatsızlıklarına (diabet, tiroid) pek çok başlık eğitimin konusu. 

Yogabakkalı Ağustos Mektubu

Hayatıma 18 yaşında deprem çantası 40 yaşında ise yangın çantası girdi. Bir ihtimal olarak, ne olur ne olmaz diyerek. Bir başka temmuz gecesi de sonik patlamalarla dolu gökyüzü altında, en üst kattaki dairemin yatak odasında kafamı gökyüzününün altından daha güvenlidir diye umarak yatağın altına sokmaya çalışırken bir mülteci çantasının içine ne konuru tahayyül etmişliğim var. Halbuki gönül piknik çantası ile kırlara, şelalelere, deniz kenarlarına gitmek ister değil mi? Ama işte hayat bir piknik değildir çoğu zaman, fay hatları kırılır, ormanlar yanar, savaşlar çıkar. Hiçbir şey olmasa bile insan yaşlanır, insan hastalanır ve insan ölür.

Ey cemaat Buda’yı nasıl bilirdiniz? 

Buda’yı bir kehanet üstüne zevk’ü sefa ile dolu biri kışlık biri yazlık saraylara, saray bahçelerine kapatan babası ister ki oğlunun ayağına taş değmesin. Taş değmesin ki Buda kehanette dendiği gibi dünyanın gözündeki perdeyi kaldıracak bir ermişe dönüşmesin. Bilgelik yolu böyledir çünkü, ayağına taş değe değe, kafasını taşlara çarpa çarpa pişer kişi. Buda’nın da kuzey kapısından çıktığı her şeyin başlangıcı ilk yolculuğunda karşısına saçı beyazlamış bir yaşlı çıkar. Buda o kadar saftır ki, dünyadan bihaber bu nedir der? Ne nedir der içine tanrı saklanmış arabacı. Saçları neden böyle? Yaşlıların saçı beyazlar efendim der arabacı. Yaşlılık nedir der Buda şaşkın. İnsanlar zamanla yaşlanır efendim der arabacı ve arabasını sürmeye devam eder. Yine bir gün Buda arabacısı ile bu sefer doğu kapısından terk eder sarayı. Bu sefer yolda hasta bir adamı taşıyan bir araba vardır. Buda yine şaşkın, ilk kez görür böyle bir şey ve sorar. Arabacı der ki efendim bu adam hastadır. Ne demek hasta der Buda. Arabacı insanlar yaşlanır ve hastalanır der. Buda’nın gözleri düşünceler ile dolu, biraz daha sislenir. Ve sarayın güney kapısından çıkılan 3. bir yolculukta kapının dışında bekleyen ölümdür. Ölü bir adam. Buda daha da şaşkın, merakla sorar peki bu nedir arabacı, der. Arabacı ölüm’dür efendim, der. İnsanlar yaşlanır, hastalanır ve ölür. Buda ilk kez ölümü duyar. Onca yıl babasının binbir çabası ile uzak tutulduğu acı gerçekle çarpışır. Dünya acı doludur. Çünkü insanlar doğar, yaşlanır, hastalanır ve ölür. 

Ne büyük keder…

Artık Buda eski Buda değildir. Saraydaki eğlence ve sefahatten uzak durup ağaçların altında tek başına oturup gözü uzaklarda düşüncelere dalar. Ayağına taş değmesin istediği oğlu kralın, yeni doğmuş oğlu dahil sahip olduğu her şeyi arkasında bırakıp saçını kazıyacak, bir dilenci olarak yollara düşecek, kendine türlü türlü eziyetler edecek, ölmek sınırına gelecek böylece o dönemin hakikati arayış yolu olan çileciliği seçecektir. Ama bir gün,  açlıktan neredeyse ölmek üzereyken Buda vazgeçer. Bu eziyetin içinden belli ki doğacak herhangi bir hakikat yoktur. Ama varılacak nokta ne olursa olsun, ateşin üstünde yürünen bir yol kişiyi başka bir kişi yapar. Ateşin üstünde yürümüş bir kişi. 

Piknik yaparak, hayatında sadece piknik çantası hazırlayarak kimse bir şey öğrenmiyor, İngilizce’de  bir deyim var “it’s not a picnic” kolay değil anlamında.

Diyorlar ki bazı ülkelerde insanlar sadece piknik çantası yaparak mutlu mesut yaşıyormuş. Evet var böyle ülkeler. Bugün piknik çantalarını zamanında emperyalist dedelerinin sömürge ülkelerden edindikleri zenginlikler ile dolduruyorlar evet. Sonra adı sosyal devlet oluyor zannediyoruz. Ernest Mandel’in birebir şahidi olduğu, faşizme karşı direndiği  2. dünya savaşı ile ilgili çok yerinde ve sarsıcı bir tespiti vardır, der ki 2. dünya savaşının insanları bu kadar dehşete düşürmesi ve böylesi bir yıkım yaratmasının sebebi batı ülkelerinin sömürgelerine doğallıkla yaptıklarını, Avrupa’nın ortasında birbirlerine yapmış olmaları idi! Ağustos ayının öğleden sonrasının en tepedeki güneşi gibi göz yakan ve apaçık ortada olan bir gerçeğin dile getirilişi. Ve sevgili okur insanlar gerçekleri sandığınız gibi, çokça da teşvik edilir yapıldığı gibi sevmez. Tırım tırım kaçar. Gerçeklere bakmak düz, ortalama kişi işi değildir. Post-truth (hakikat sonrası) dedikleri şu dönemde benim artık hazzetmediğim bir soru vardır. Artık dışarıdan gelmez olmuş bir soru. Oto sansür misali  herkesten önce bizim kendimize sorar olduğumuz soru. “Kime göre doğru kime göre yanlış?” Özellikle de bir şeyin yanlış olduğunu bir şekilde kendimize itiraf etmek istemeyip duygusal ya da maddi ya da basit çıkarlar, kolaylıklar uğruna “yanlış” olduğunu bildiğimiz seçeneği “doğru” kıyafeti giydirip saçını tarayıp makyajını bilumum bahaneler ile yaptıktan sonra kolumuza takmayı tercih etmeden hemen önce sorarız bu soruyu. Bir ara sosyal medya ağlarında daldan dala konan güzel bir cümle vardı: Herkes ne yaptığını çok iyi biliyor, biraz da bunu konuşalım.

Hayat ACI’dır.

Buda  der ki kendimizi kandırmayalım hayat ACI’dır. Ama der bunun çaresi var. Kişi 8  doğru uygulama yolu ilkelerine bağlı kalırsa acı yaratmayı durdurabilir ve ızdırap dolu bir hayattan özgürleşebilir. Ne olduklarını tek tek saymaya gerek yok, doğru düşünce, doğru söz, doğru edim, doğru geçim kaynağı diye sıralamaya başlar. Talebeleri “Buda Buda, iyi güzel diyorsun da kime göre, neye göre doğru?” diye itiraz etmişler midir bilmem ama şunu biliyorum ki içerde neyin doğru neyin yanlış olduğunu öyle iyi biliyoruz ki. Bir durmak, bir konuşmayı bırakmak, bir dinlemek, bir susmak yeter. Derler ya elini vicdanına koy.

E buda olmak kolay değil. Bugün gerçeğe bakmak bir çeşit kahramanlık sahiden de. Belli ki Buda’nın yaşadığı 2500 yıl önce de öyle imiş. Kahraman kişi hakikatin peşine düşer ve hakikatin onu dönüştürmesine izin verir. Bu 2021’de de böyle.

Buda’nın  babasının korktuğu olur. Kehanet çıkar, Buda “her şeye sahipliği” terk eder, hiçbir şeyin sahibi olmamayı seçer. İnsanlığın gözünden cehalet perdesini kaldırmak yolunda der ki kendi ışığında yürü. 

Hakikati gösterecek olan o ışık.
 

Bu mektupta geçen bahisler ilginizi çekti ve daha fazla okumak ister iseniz şu 2 kitap ile başlanabilir:

Buda’nın Öğretisi - Thich Nhat Hanh - Okyanus Yayınları

Marksizme Giriş - Ernest Mandel - Yazın Yayıncılık

Nedir bu Post-Truth / hakikat sonrası diyenler için ise harika bir podcast:

https://evrimagaci.org/post-truth-gerceklik-otesi-yalanlarin-gercekmis-gibi-sunuldugu-bir-dunyada-hakikatin-anlami-nedir-8574

Son olarak bir durmak, bir susmak ve içerideki sese kulak vermek için 10-15 ve 20 dakikalık meditasyon kayıtlarımı SoundCloud’da bulabilirsiniz:

https://soundcloud.com/yogabakkali

Ağustos’ta bakkalda ne var?

  • 16 Ağustos 19:00'da Yoga Nidra özel dersi Treyoga Marmaris programı üstünden çevrimiçi gerçekleşecek. Katılmak isteyenler Akut'a 60 TL bağış yaparak dekontu ile Treyoga Marmaris'e başvurabilirler.

  • Kapalı grup düzenli yoga dersleri devam ediyor.

Pazartesi Her Seviye Yoga 20:00-21:15 

Salı Yoga Terapi 20:00-21:15

  • 30 Yoga Terapi dersi video kaydına ulaşabileceğiniz 30 günlük Youtube Özel Abonelik ile de istediğiniz saat ve zamanlama ile istediğiniz yoğunlukta ve ihtiyacınız ya da hassasiyetiniz olan bölgelere uygun pratik yapabilirsiniz. Bel, boyun ya da skolyoz gibi kategorilerden anksiyete, uykusuzluk, anklizon spondilit gibi başlıklara kadar uygulamanın dokunacağı bölge ve problemler ile yoga yapabilirsiniz.

  • 7-10 Ekim Kalbin Toprağı İnzivası Kapadokya’da Gül Konakları’nda gerçekleşecek. Kayıtlar devam ediyor.

Yogabakkalı Temmuz Mektubu

Yoğunluk mu acı mı? Hangisini istiyoruz? Ya hepsini isteyenler?!

Geçen haftalarda çevrimiçi derslerden birinin hemen öncesinde yoğunluk ve acı arasındaki farkı anlatıyordum. Yoğunluğun bölgesel olduğunu, acı gibi batmayıp ani gelişmediğini, kontrol edilebilir bir sınır içinde tutulduğunu, acı yerine ağrıya yakın olduğunu, içinde kalınabilir olduğu kadar da içinden belli bir süre sonra çıkma isteğinin de normal olduğunu anlattım. Acı istemediğimiz bir yer. Özellikle de eklemlerde. Yoga pozları pozun formuna göre öncelikle kaslarda, dolaylı olarak da miyofasyada (ligament, tendon, fasya vb) bölgesel yoğunluklar yaratır, bunu isteriz. Ama acı batan, ani, hızla oradan çıkma isteği yaratan bir histir ve onu istemeyiz. Bedenimizde bile isteye yaratmayı özellikle. Arada bir ayrım daha var, yoğunluk belli bir süre soran acının özelliklerine bürünmeye başlayabilir, bu da bize daha yoga hocası çıkıyoruz demese bile çıkma vaktinin, çünkü acının başladığı sınırın geldiğini anlatır.

Gel gör ki tüm bu uzun uzun anlatmalara, dersin ortasında uyarmalara, yeniden yeniden dikkat çekmelere rağmen kimilerinin yüzü acı ifadesi ile ekşir. Belli ki canı yanıyordur, görürüm. Gördüğüme ilk önce kayıtsız kalamam, gereken anonsu yaparım, duymaz, üstüne alınmaz bile. O günkü ruh halim tüm kontrolleri elinde tutan halim ise bir daha söylerim, hatta yanına giderek tekrarlarım, sonuç hiç şaşırtmaz, kulağına bile söylesem duymaz. Ben de tüm kontrolleri bir anda salabilen ruh halime kırarım dümeni. Acı çekmek isteyeni acısı ile baş başa bırakırım. Bunu daha önceleri, ulaşılmaz olmak istedikleri anda kendilerini yok ediyor bile olsalar yine de insanlara ulaşamayacağım gerçeğini kabul etmem gerektiğine dair bir ders sanardım ve bu dersi geçmekte her seferinde ne denli zorlandığımı düşünürdüm. Ta ki geçen derste yine ağrı, acı ve yoğunluk ayrımı yapıp, öğrencilerin gözlerini kapatıp kendi nefeslerine ve iç alanlarına dikkatlerini yönelttiğim o sessizlik anında aklıma gerçekte olan akkor gibi süzülene kadar.

Bazıları acıdan zevk alır!

Bazıları acıdan beslenir!

Bazen hepimiz belki de...

Bize çok yabancı değil bu konular. Benim çocukluk ve ilk gençlik dönemim arabesk starlarının yükselişine denk düşer. Arabesk müziği dinleyip kendini jiletleyenlerin yükselişi. Öyle bir yükseliş ki bu kendilerine attıkları jiletlerden aldıkları zevki taparcasına sevdikleri arabesk şarkıcısından esirgememek adına onu bıçaklayacak kadar. Uyuşturucu kullananlara biz Tükçe’de kafası iyi deriz, İngilizce’de ise bu yükselişin tam karşılığı var. “High” meali kafası yüksek. Arabesk kitlesine burun kıvırır sevgili yoga kitlesi. Yoga kitlesi de “high” olmak ister ama öyle kendini keserek ya da uyuşturucu alarak değil, ters duruşlar ve bol kol dengeleri ve arkaya eğilmeler de o yüksek kafayı yaratmaya muktedirdir. Ya da birtakım meditasyonlar ile. Zaten ihtiyacım olan her şeye sahibim, ortada kazanılmış bir ödül yokken hayatın kendinin dev bir ödül olduğunun farkına varıldığı anlar.

Arabesk sever lümpenlere burun kıvıran sevgili yoga kitlesine bir haberim var. Hepimiz aynı gemideyiz. Burnunuzu ne kıvırın ne de tıkayın zira hepimiz ter kokuyoruz. Gemimizi yüzdürdüğümüz sular dopamin denizleri. Gemimizi kah kolumuzu keserek kah dizimiz acıdığı halde topuğumuzu kalçamıza daha da şiddetle çekerek kah içilen ot ile kah kara sevda olmuş yitik sevgili ile kah el duruşu kah meditasyonla yüzdürürüz.

Nasıl mı?

Beynin limbik kısmı duygular ile ilgilidir ve burada yer alan bir sistem var. Dopamin üretilmesi ve salgılanması ile görevli. Bir şeyi arzuladığımızda ve arzuladığımıza kavuştuğumuzda dopamin memesi akumbens çekirdek beyne dopamin salar. Dopamin bir çeşit mutluluk hormonu, daha çok tatmin olma hissi diyelim. Tam olarak bir hormon da değil, hangi mesajı taşıdığı önemli olan bir elçi. Ve sadece tatmin duygusu ile ilgili değil, ağrı kesici ve endişeyi düşürmek gibi alamet-i farikaları da var. Yani acı çekmekten zevk alıyor olabilirsiniz. Acı v e ağrıyı dindirmek için de salınıyor dopamin. Sorun şurda ki buna bir süre sonra bağımlı hale gelebilirsiniz. Çünkü bu bölgenin bağımlılık ile de yakından ilişkisi var. Öyle ki laboratuvarda pedala bastıkça bu çekirdeği uyarılan fareler bir süre sonra seks yapmayı ve hatta yemek yemeyi bile bırakıp akumbens çekirdeğini uyarması ise sürekli pedala basar oluyor. Ve zevk içinde yitip gidiyorlar. Bilin bakalım bu çekirdek başka ne ile uyarılıyor?

Şöyle incecik sarılmış bir “boş olmayan” sigara?

Eroin?

Opioid ağrı kesiciler?

Birkaç kadeh “shaken not stirred” Martini?

Kola atılan jilet kesikleri?

El duruşuna zıplamalar ve hele de tutmalar?

Şampiyonada tuttuğun takımın attığı gol?

2. gol?

3.gol?

Geceyarısı mideye indirdiğin dev gibi dondurma?

Şükür ile vardığın tatmin duygusu?

Ağrı ve acı yarattığı halde, eklemlerin ayrılacakmış gibi hissettiğin halde hınca hınç tuttuğun yoga pozları?

Cevap hepsi.

Yüzleşmek istemediğin bir şey varsa ister arabesk dinle kendini kes ister kendini parçalarcasına yoga yap istersen her akşam iki duble iç istersen mantı (burayı yogacılar mat diye okudu biliyorum:) üstüne sufle ye, hepsi mükemmel birer kaçış rampası.

Bu arada rampalara karşı değilim asla, rampadan çıkıp yola döndükten sonra. Yoksa sürekli rampa tırmanmanın sonundaki ışık hayırlı bir ışık değil. Sadece her şeyle hemen yüzleşmek, savaşmak, aşmak, yüz yıllık problemleri çözmek, nesilden nesile aktarılmış travmaları hop diye halledivermek, hayat sınavlarından en iyi şekilde geçmek, hep 100 hep yıldızlı pekiyi almak, en birinci olmak zorunda da değiliz. Herkesin hocası, sınav alanı, sınav soruları farklı. Hem 50 de geçer not.

Ama unutmayalım, beğenmediklerimiz, burun kıvırdıklarımız, kendimizi daha üstün, daha farkında, daha aydınlanmış, daha sağlıklı ya da daha “fit” hissettiklerimiz ile aynı yaradılış/evrim gemisindeyiz ve hepimiz ter kokuyoruz.

Not: Spiritüel uğraşlar içindeki kişilerin kendilerini diğerlerinden nasıl üstün görmeye başladığına dair bönceki lakırdıya Şubat Mektubu’nda ulaşabilirsiniz.

http://www.yogabakkali.com/news/2021/5/3/yogabakkal-ubat-mektubu-dekoder

Yogabakkalı Haziran Mektubu: İnsan hep aslında kendine konuşur.

“Büyüdüğü şehrin bir temsiliydi sanki o ağaç, her bahçede en az bir incir ağacı. O küçük, ikiyüzlü, çirkin, çukurda is kokan şehrin insanları gibiydi ağacın sütü. Yapışır da yapışır, kötü kokar, sabunlasan bile çıkmaz, cildini yakar, incirin tadını bozar. Ama incir de o sütlü ağaç olmadan olmaz. Hâlbuki İstanbul o yaprakların arasından ışıldayan güneşti. Trenle vardığı, altın rengi duvarlarıyla Haydarpaşa ile doğardı güneş. İstanbul’a gelmek hep iyiydi. Sonra İstanbul’a dönmek hep iyi oldu. Haydarpaşa’ya girerken gelen deniz kokusu hep iyiydi, İstanbul’a yanaşırken martıların sesi iyiydi, tren bir anda bir avuç büyüye çarpıp duruyordu İstanbul’a geldiğinde. Bir avuç büyü tozu saçılıyordu her yana, üstüne başına, ciğerlerine kulaklarına bulaşıyordu. Kokular, sesler, hisler, tatlar, İstanbul trene, tren İstanbul’a çarpıyordu. Bir tren düdüğü ile çarpışma gerçekleşiyor ve tüm o çuf çuf sona eriyor. Kutsal bir sessizlik. Pısss diye lokomotifin stop etmesi ve sonra yeniden içinde boğazın çağıldadığı neşeli bir gürültü. İstanbul’a dönmek hep güzeldi. Haydarpaşa o çirkin şehirden kaçarken varılan bir ümit burnu gibiydi. Boğazın kokusunu ciğerine çekip, “Oh be, İstanbul, şükür kavuşturana,” derdin, İstanbul alır saklardı seni. Sonra bir güzel çiğneyip tükürecekti ama daha on yıllar vardı İstanbul’dan gitme planları yapmasına o zamanlar. Henüz İstanbul’a dönmek her zaman iyiydi. İstanbul’a öyle Harem’den ya da Esenler’den değil tam da Haydarpaşa’dan girilirdi, İstanbul o zaman “hoş geldin” derdi. Hemen yeni gelmiş misafirin önüne terlik koyar gibi iskeleye Karaköy’e geçecek bir vapur yüzdürürdü, hop oradan karanlık, izbe Karaköy…”

Yukarıdaki paragraf muhtemelen yayınlanma şansı bulamayacak romanımdan bir parça. Romanın kurmaca karakterlerinden bir genç kadının gözünden. Benim öğrencilik zamanlarımdan, İstanbul’a tren ile her vardığımda içimi dolduran o duygulardan bir güzel katıp karıştırıp kattığım bir tasviri İstanbul’un. Benim aksime rüştünü ispatlamış bir şairin  “Ölüyorum Tanrım, bu da oldu işte” dediği gibi “İstanbul’u terk ediyorum Tanrım, bu da oldu işte.” diye mırıldanıyorum bir süredir. 23 yıllık İstanbul serüvenimin 14 yıllık kısmı üniversite ve sonrasında sinema ve tv işlerinde parçalanmak idi ise de son 10 yılı yoga ile bir araya getirmek ile geçti. Bunun da ötesine geçti; onca sevdiğim, bana Avrupa’nın o güzel şehirlerini verseler, New Yorkları Tokyoları ayağıma serseler yine de ayrılamam dediğim şehirden ayrılmaya hazırladı. “Sayesinde” edatını buraya bağlamak kimseleri incitemesin isterim ama pandeminin yarattığı koşulların bunu hızlandırmaya katkısı büyük. İnsan bir kere kendini doğanın kollarında eğlemeye başladı mı kentin dar kutusu nefesini tıkıyormuş, anlıyor.

Nefes… Yogada en merkezi şey belki de. Tam da büyük şehirlerde nefes almak zor olduğu için yoga en çok büyük şehirlerde böylesi popülerdir. Büyük şehrilerin büyük salonları, Kovid 19 öncesi, tüm dünyada hınca hınç dolardı. Hınca hınç diyorum gerçekten nefes almaya geliyorum dediğiniz yerde nefes alamaz olurdunuz ama yoga tam da böyle bir şeydir. Dikkat içeri döndükçe artık nerede, kiminle, hangi manzaraya karşı yoga yaptığınızın bir önemi kalmaz. Bir enerji kanalı haline gelirsiniz ve o enerji siz asana denen belli kalıplara girdikçe belli kalıplarda akar da akar. Siz de onunla. Zaman durmaz ama zaman incelir, havaya karışır, oradan nefesinize, oradan kanınıza ve tüm hücrelerinize. Zamanı sindirip, metabolize etmeye başlarsınız. Bir rüzgar gibi nefesle içinizden yol bulup aktıkça nefes alamadığınızı unutursunuz ya da yan mattaki kişinin sidik kokusunu. Ama önce buna razı olmanız gerekir. Sürekli seçim yapmaya çalışırsanız, -matımı şuraya sereyim, şu kişiden uzak durayım, hoca ile göz göze kalayım, deniz kenarında yapayım, o pozu değil bu pozu yapayım, aya selam değil güneşe selam olsun da olsun der-  olana razı gelmez iseniz zaman içinizden değil yine dışınızdan akmaya devam eder. O zaman kendinizi değil hep başkalarını görmeye, duymaya, koklamaya, hissetmeye devam edersiniz. Benim en güzel yoga günlerim, mis kokulu temizileyiciler gelmeden önce, yerlerde benimkiyle beraber başkalarının saçının ton ton yumaklar oluşturduğu, spor sütyeni ile taytı takım olmayı bırak ağı sökük, çamaşır suyu lekeli taytları giyenler ile bir başkasının alakadar olmadığı, herkesin zamanın halkaları içinde bir arada, dip dibe, birbirini onaylamak ya da sevmek zorunda olmadan, aynı zamanın aynı şekillerine girmiş, ayrı terli tenlerden içeri süzülüp aynı anda aktığı bir stüdyoda geçti. Şimdi ne o stüdyo kaldı, ne de lokomotif ile çarpıştığında ortaya saçılan büyü tozu ile İstanbul. Şimdi yine razı olma vakti. 

Şimdi bir tohum ekme zamanı, tohuma bağlanmadan tohumu ekip sulama vakti. Tohum kendinden teşekkül. Tohumu sulayan kendinden. Tohumun kırmızı bir çiçek açmasını beklerken pembe bir çiçek açacak olmasına da razı olmak mümkün mü? 

Tohumun açacağı çiçeğe şimdiden rıza göstermek mümkün mü?

Size değil kendime soruyorum. 

Ve bilin ki her yoga hocası sınıfa konuşur gibi gözükse de ilk önce kendine konuşur. 

Güzel bir haziran ayı diliyorum. 


Haziran’da bakkalda ne var?

Bu yaz saat ve gün sınırlaması, sıkıştırması, derse yetişmesi olmadan yoga yapmak isteyenler için özel bir Youtube kanalımda Yoga Playlist’i hazırladım. 30 adet canlı yoga terapi ders kaydı. Canlı ders kayıtlarının  pek çoğunu kendim de uygulayarak gözden geçirdim. Her derse temasını içeren bir başlık ve numara verdim. Açıklamalarda ise daha detaylı hangi bölgelere ve ne tür sorunlara iyi gelebilir onları bulacaksınız. O gün neye ihtiyacınız varsa ona cevap verebilecek dersleri böylelikle seçebileceksiniz. Derste neye ihtiyacınız var ve neye dikkat etmelisiniz, olabildiğince açıklayıcı ve güvenli bir alan yarattığıma inanıyorum. Özellikle yoga terapi severler için bir hazine gibi oldu. Bu derslere 30 günlük özel abonelik ile ulaşabilirsiniz. Aboneliği başlatmak ve derslere ulaşmak için bana yazın.